21.11.08




...

Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, uyku ve aynı uyum içinde Salı Çarşamba Perşembe Cuma Cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar”,işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme…
ALBERT CAMUS –SİSİFOS SÖYLENİ

MERHABA


Atla bu yazıyı okuma! Kişisel kaygılarım var; farklı olmak adına ne de olsa aile olabilmek adına alınan iki kişilik yatakların pornografik bir ürünüyüm. Üzgünüm insan! Popülerizmle suçlayıp yerden yere vurmaktı amacım seni bu yazıda, ta ki mola verip tuvalette kıçımı örten donumun üstünde yazan ‘pierre cardin ‘ yazısını görünceye kadar. Bu nedenle yazdıklarımı önemseyip kalkıp sorumluluklar yükleme bana. Basit zaman ekleriyle yaşanan bir hayatta çoklu zaman eklerini kullanarak yazdığım yazılara kendimi daha da farklı hissetmek için sıkıştırdığım imgesel zırvalıklarla ‘duyarlı’ olduğunu kabul ettirmeye çalışan zavallının tekiyim sadece. Ondandır ki savunduğum değerleri, kaliteli kumaşların üstündeki baskılarda yaşatıyorum. Geçenlerde ideolojisini savunduğum bir tarihsel kişiliği kredi kartına 4 taksitle satın aldım. Dünyada devrim yapan birinin annemin çamaşır suyu baskısına yenik düşmesi üzücüydü. Hâlbuki siyah pantolonum ve üstü ters A baskılı ‘converse’ ayakkabılarımın üstünde oldukça farklı görünüyordum. Tüm bunlar kim olduğumu, ne savunduğumu gösteriyordu. Kendimi ifade etmek için yorulmama gerek yok. Bir gün söylemek istediklerimizi de hazır yazılmış kâğıtlara basarlar mı acaba?

Yalnızım. Yalnızlaştık. Gelecek hakkındaki tek bildiğim şey dijital saatime kaydettiğim hatırlatma. Sadece günü kurtarmaya yönelik 2 günlük yaşam planıyla kendimi düşünürken ‘’ KÜRESEL ISINMAYA HAYIR! ‘’ diye bağırma hobisinin annemin altın gününden ne farkı var? Kaldı ki şirketler bu konuda da yüksek duyarlılıklarını göstererek doğaya saygılı klimalarını ürettiklerini ilan ettiler. Bu yüzden doğru söylerdi ‘’ mems’’: ‘ herkes mağarasına geri dönsün! ‘

Sevgili duyarlı insanlar; açlık ve ölüm sınırı Afrika belgeselini satın alıp deri koltuklarınızda izleyerek üzüldüğünüz için teşekkürler. Ama üzgünüm yeterince acı çekmenize neden olamadı. Deri koltuklarınız kıçınızı rahat tutmuştur.

Sevgili dostum Mr late her zaman söylediğim gibi ‘yanlış zamanda doğduk’ o nedenle dediğin gibi ‘ geçmişin kirli tırnaklarıyla oyulmuş yüzümüzden kaçıyoruz’ . Farkına varmamı sağladığın her şey için defalarca teşekkür ederim. Anladım ki iki kişilik yataklarda daha rahat yaşanmıyormuş aşk.


‘ KITTA ‘

...

Hayatın konusu yoktur, neden filmlerin ya da kurmaca öykülerin olsun ki?
JİM JARMUSH

MADE OF STONE

Sokak köpekleri, sokakta çiftleşir. Uygun durumun, uygunsuz kalabalıkla nasıl bir teşhirciliğe dönüştüğünü görüntüler ve kuvvetli ihtimal, şiddetle ayıplarız. Oysa ortadaki fizyoloji, yalnızca bir tabiat reklâmıdır. Onlar fantazyadan, hayalden ve bilinçten uzaktırlar. Köpekler birbirine aşık olmazlar. Olamazlar. Aşk ahlaksızlığın çekiciliğini ayrımsayamadıkça, uygar düşünceden tarihi fark yemeye devam edecektir. Nedir ahlakın bu denli uzman düşmanı? Onunla mahkemelik olan, salt yaratı mıdır? Şikâyet kutusunda neler vardır:

* Ahlak, kurumlaşmanın temel ilkelerini belirler. Dinoburdur. İktidar, onu kitlelere yönelterek daha kudretli olmanın yollarını arar. Küçük hanımlar, beyler yetiştirilir. Entelektüel Anarşizm potansiyelini göz ardı ederek tırnakları bakımlı, cebinde her zaman temiz mendil bulunan efendi bir ulus düşleri görür ahlak. Hep beraber misafirliğe gidilecektir. Mahcup durmanız tembihlenir. Statüdür, sosyal roldür, kariyerdir. Hesabı erkek ödemelidir.
* Ahlak orta öğrenimde derstir. Okutulur. Kişi öğrendiği ahlaktan sınava girer. Başarılı olamazsa sınıfta kalır, yıl kaybeder. Cici Ayşegül serisi, Milli Eğitim Bakanlığı’nca tavsiye edilmiştir. Yaratıcılığa kaynak olacak özler, artık denetlenmektedir; insanın, doğanın sınırına dek taşıdığı biçimler, toplumsal ( ya da evrensel) rastlantı addedilir. Çizgili gömleğin üstüne kravat takılması, muhtemelen terördür.
* Ahlak aşırı uç arayışların sonuna dek karşısındadır; devlet politikası gereği, ilgili şahısları alışagelmişlikten dışarı çıkmama hususunda uyarır ve bunu önemle duyurur. Hissettirir. Ken-
disi elbette ki namusun kız kardeşidir. Canı kan davası çeker. Yaşlılara yer vermemek yasak-
tır.
* Ahlak underground’ı tanımaz. Altkültür beğenilerini karalar. Gettoları despot bir faaliyetle dağıtmaya çabalar. Bu, gülüşmelere neden olur. Yüzeysel saygıyı desteklemektedir. Bu hasta-
lıklı zihniyeti her alanda kayırır. Kendi kapısının önünü süpürmeyen, terbiyesizdir.
* Gelenekselliğe büyük torpil yapıp radikalliği dışlayarak kendi bünyesinde çelişkiye düşer, kalkamaz, orada kalır, alaya alınır.
* Ahlak, doğrunun izinde yanlışı tanımlar. Kabahate idam verir. Kişinin hatalı olanı bir başına öğrenmesinin faydaları üzerinde durmaz. Duramaz, çünkü dardır. Adres vermeden konuşmayı önemsetmek için uğraşır. Henry Miller, Oscar Wilde, Proust, Pasolini, Salman Rüşdi, Verlaine, Enderunlu Fazıl, Foucault tehlikelidir. Polis Radyosu’nda ismi okunan kayıp çocukların ırzına geçmeye teşebbüs edenlere Playboy poşette satılır. Televizyon dansözlerine makasları kalkanlar, evlerinde transseksüel şarkıcıları kasetlerini dinlerler. Hanede porno film izlemek, tabii ki serbesttir; yolda taşırken yakalanırsanız cezalandırılırsınız. Oğlunuzun, kendinden yaşça büyük erkek arkadaşlarını her ihtimale karşı kontrol etmeyi ihmal etmezken, aklınız, organınız, Harbiye’de, Cihangir’de, Dolapdere’dedir. Ahlak, yerinde susan vatandaş ister. Sokak, kötüdür. Saygınlık, saygınlık, saygınlık… Sevgi, kuruyemiştir. Adisyona yazılmaz.
* Ahlak, getirdiği kurallar yüzünden eskinin ön planda tutulması gerektiğini hatırlatır; böylece genç düşüncede zaman kaybını körükler.
* Ahlak, erotik olana kesinlikle sıcak bakmaz. Ten’den yola çıkarak biçimlendirilmiş yaşam şekillerinden nefret eder. Cinsel devrim taraftarlarını kamplara, hapishanelere kapatır. Yeni nesli iç mihraklardan zehirler. Taşkınlık, ona göre cehalettir. Coşkunun, dinamizmin, heyecanın spontanlığının ortadan kalkmasını arzular. Şart üstüne şart koyarak pişti yapar. Eserini böbürlenerek izler. Çünkü ahlak, her şeye seyirci kalmaktır.
* Toplumların yazgılarını oluşturan hiçbir siyasi öğretide de, ahlak belirleyici olamamıştır. Gelişen, evrim geçiren her düşünce, katı yasallaşmanın risklerini iyi bilir. Ahlak Red Kid’in ağzından sigarasını alıp yerine ot tıkar. Baskı güzeldir, ortalamadır. Oyunu ağırlaştırarak, defansa çekilmektir. Ahlak, ilkeler gibi ezberletilmeli, uyumsuzluğun dışlanacağı önceden belirtilmelidir. Bu, emirdir. Ast-üst sorunudur. Orta 2. sınıf mücadelesi’dir. Öğretmeniniz, şüphesiz evde kalmıştır.
* Ahlak, sanata yanlış yapar. Ondan çekindiği için, küçümsemeye yönelir. Yok sayar, iteler. Kopup gitmesini engellemeye çalışır. Tutamaz. Ahlak sindirmektir. Sömürmektir. Aetik, bu yazının yazılmasına, yazılmış olmasına bile karşıdır. Talimat yoktur. Tatbikat vardır. Beden yoktur: Boyut vardır. Cemiyet yoktur: İç vardır. Kalıp yoktur: Kehanet vardır. Yaşama tutunmak, süregen bir cinnet anıdır. Kabullenen bunu sırtlar. Kabullenemeyen adabıyla oturur. Her şeyden önce bir kere şiir ahlaksızlıktır. Masum bir ihtiyaç sayılamaz. Ne diyor Nietzsche:

‘Kendin alabileceğin bir hakkı, bırakmayacaksın sana vermelerine!..’



KÜÇÜK İSKENDER(666 Kitabından)

...

Susamıştır ve onu pınardan sadece bir çalılık ayırmaktadır. Ama iki parçaya bölünmüştür o: bir parçası bütün manzarayı görüyor, orada dikildiğini ve pınarın hemen yanı başında olduğunu görüyor; ama ikinci parçası hiçbir şeyin farkında değil, olsa olsa ilk parçasının her şeyi gördüğünü sezinliyor sadece. Hiçbir şeyin farkında olmadığı için de pınardan su içemiyor.
FRANZ KAFKA-AFORİZMALAR

YÜRÜ İŞTE...GÖZÜN ALABİLDİĞİNE ÇÖL, GÖZÜN ALABİLDİĞİNE GÖKYÜZÜ...

İnsanlar vardır kendi iç dünyalarına dalmayı sever, eylemden hoşlanmazlar, ama öyle bir an gelir ki gizemli ve bilinmeyen bir iç tepkiyle, kendilerinin bile kendilerinden ummadıkları bir hızla davranırlar. İç sıkıntısından ve düş gücünden doğan bir enerjidir bu. Ve bu enerjiye sahip kimseler söylediğim gibi en uyuşuk, en hayalci varlıklardır.
CHARLES BAUDELAIRE


… Çift kanatlı büyük ahşap kapıyı açtın ve taşradaki bir başka istasyonun bekleme salonuna girdin. Dar, resmi ve sıcaktı salon. Gişeye doğru ilerledin. Çirkin, suratsız bir kadından, az önce gitmeye karar verdiğin yer için bilet istedin. Biletini aldın ve önce çantanı ardından da soğuktan ve yorgunluktan yıpranmış bedenini en yakınındaki sıraya bıraktın. Kendini bırakır bırakmaz gözlerin kapandı… Hiçbir şey düşünmemeye çalışarak ve aynı anda yüzlerce karenin gözlerinin önüne hücum etmesine de engel olamadan uyumaya çalıştın…
Uyku yok… Tedirginlik, yabancılık ve yalnızlıktan başka hiçbir şey yok. Yola çıkalı neredeyse iki ay oluyor. Otostop çektin, trenlere bindin. Yol kenarlarında, parklarda, garlarda bazen de eski arkadaşlarında kaldın. En az üç kez dayak yedin, tacize uğradın, zaman zaman mutlu da oldun; yeni insanlar tanıdın, bol bol şarap içtin, gittiğin her kentte bir esrarkeşle tanıştın ve yolculuğuna duman efekti kattın. Birkaç kızla seviştin ve sabahına varmadan apar topar terk ettin onları. Ama şimdi paran ve belki de gücün de bitti. Buna rağmen cebindeki son parayı, az önce, dönmen “gereken” kentin aksi istikametinde bulunan bir yere gitmek için harcadın. Başka paran yoktu ve bulabileceğin kanalların hepsi tıkanmıştı. Ailen okulu bıraktığını anlamış ve geri dönersin umuduyla her ay banka hesabına yatırdıkları parayı kesmişlerdi. Borç istemeye niyetlendiğin veya çalıştığın akrabaların ve arkadaşların telefonda senin sesini duyunca aldırmıyorlardı artık. Bedeninde ve ruhunda yol boyunca açılan küçük delikler genişlemeye başlamıştı. O kentteki öğrenci odasını, yatağını ve kitaplarını özlemeye başlamıştın. Hücren seni ortalama bir konformizmle, birkaç arkadaşla ve sıcak bir yatakla kandırmaya çalışıyordu. Sinsi bir düşman gibi benliğine sızmak, seni ele geçirmek, seni içime almak değil, seni kendisi olmaya çağırıyordu. En kötü anlarında “pişmanlık pişmanlık” diye haykırıyor, en zayıf anlarında hiçlik şekline bürünüyordu. Ondan kaçamayacağını biliyordun ve ona tekrar dön(üş)mek istemediğini de…
Sıkıldın ve gözlerini açtın. bir sigara yakmak için paltonun ceplerini yokladın. Başka birisine aldırdığın sigarayı ve çakmağı buldun. Sigaranı yaktın ve etrafı izlemeye koyuldun. Sabahın erken saatleriydi ve ilk trenin yani senin bineceğin trenin gelmesine daha zaman vardı. Bu yüzden garın bekleme salonunda yaşlı bir adam ve orta yaşlı bir çiftten başka kimse yoktu. Bakışlarını salondaki nesnelerin üzerinde; sanki onlara bir iz bırakmaktan korkuyormuş gibi hızla gezdirdin ve yaşlı adama sabitledin. Belirli bir anlam ifade etmeyen, sıkıntı yüklü, kırışıklıkların oluşturduğu bir yüzü vardı. Bedeni, bir çuval dolusu et ve kemik yığını gibiydi ve bu yığın kel başını zaman zaman öne eğerek dizlerinin arasına sıkıştırdığı küçük ve eski bir valizin üstünde, kendinden bağımsızmışçasına birbirini ovalayan ellerini izliyordu. O başını kaldırdığında göz göze geldiniz. Hanginiz kaçırdı bakışlarını önce. İkinizde anlamıştınız yalnız olduğunuzu, belki salondaki orta yaşlı bey ve bayan da anlamıştı bunu. Ama umursamadılar. Sen nasıl nesnelere herhangi bir bağ kurmama endişesiyle baktıysan onlarda “siz”e öyle baktı.”Tek başına olmayanlar” böyledir, korkarlar. Korkutulurlar yalnızlar tarafından. Çünkü yalnızsanız yani nüfuz edebileceğiniz ve korkularınızın beden
değiştirebileceği başka bir kimse yoksa yanınızda, bir asit nehri gibi içinize akar zaman ve dağlar, parçalar önüne her ne çıkarsa. Artık bir vebalısınızdır. İç organlarınız erimiş, derinizde
acı veren yaralar çıkmıştır. Yalnızlık bulaşıcıdır. Görüntünüz korkunçtur. Hele bir korkup kaçınmayıp da, size yaklaşmaya cüret etsinler. Kustuğunuz kanla yıkanır ve bu acı hastalığın ortaklaştırdığı “siz”lerden biri haline geliverirler.
Gözlerin yoruldu. Yine kapadın onları. Ne zaman karar verdin kaçmaya? Daha doğrusu bir karar vermiş mi idin? Hep “gitmeli” diyordun. “Bu yerden, bu evrenden çıkmalı, belki de başka bir evren yaratmalı…”
Oysa odandan bile çıktığın yoktu senin. Kitapların, filmlerin ve müzik çalarınla beraber bir hücre yaratmıştın kendine. Harfler “oluyor”, kelimelere “dönüşüyor”dun. “Bulantı”daki Roquentin, taşa senin yerine dokunuyor, Perec’in uyuyan adamı, senin uykularını uyuyor ve “zenciler birbirine benzemez “ in Nevzat’ı hep senin yerine kararsızlığa boğuluyordu.
Senin ki si yaşamak değil, korkmaktı. Dışarı çıkmıyor, âşık olmuyor, ( kaldı ki olsan bile cüretinin cezasını daha da tenhalaştırılarak alıyordun) insanların reklâm panolarına benzeyen suratlarına ardını görmek arzusuyla bakmıyordun.. Peki neden?
Belki de çok daha önce başlamıştı bu serüven. Oksijenin ciğerlerini ilk kez yaktığı, bedeninin tamamına sarıldığı, annenin acı haykırışlarından korktuğun o gün Belki de daha da eski...
Yaşlı adamın zayıf öksürüğü, zihninin o boz bulanık akışını bozuyor. Bir sigara yakmış, salonun küçük pencerelerinden dışarıyı seyrediyor. Orta yaşlı çiftse, suskunluklarını bozmuşlar. Hafif hafif mırıldanıyorlar. Gişe memuru çirkin kadın gözlerini karşısındaki duvara dikmiş, boş boş bakıyor. Kırklı yaşlarının başında gösteriyor, zayıf yüzünün ortasına yerleştirilmiş kocaman bir burun; gittikçe sivrileşiyor. Onu çirkinleştirende bu olmalı, yüzünün sivri, sert çizgileri. Nasıl edindi bunları? Bu net görüntüyü? “Ömrünün birçoğunu bu dar gişe de geçirmiş olmalı” diyorsun. Bilet kesmiş, telefonlara bakmış, rezervasyon yapmış dahası insanların yüzlerindeki anlamsız ifadeye mazhar olmuş. Belki bu yüzden hiç bu gişeden ayrılmayı düşünmemiş. Belki de düşünmüştür. Belki bir akşamüstü işten eve döndükten sonra yemek yapmış, çocuklarını ve kocasını doyurmuş. Biraz televizyon seyrettikten sonra, yatağa yatmış, kocasını yine doyurmuş… Kocası kıçını dönüp uyuduktan sonra kısık kısık ağlamış ve: “Bu yerden, bu evrenden çıkmalı, belki de başka bir evren yaratmalı…” demiştir. Ama sabah; çalar saatin, uykularla beraber düşleri de parçalayan sesiyle uyanmış ve her şeyi unutup bu çıldırtan tekrara kaldığı yerden devam etmiştir. Belki sonra, gün içerisinde tekrar aklına gelmiş. Ama başını kaldırıp bilet kestiği kişiyle göz göze gelmiş ve onun bakışlarındaki boş sabırsızlığı görmüştür ve bırakıp gidebilmenin sahip olduğu “olağanlık” lara değmeyeceğini düşünmüştür. O an şunu demiş olmalı, “bir evren ne kadar farklı olabilir, ne kadar geniş olabilir ki benimkinden, hepimizin yüzünde aynı boş vermiş ifade varken.” Nihayetinde vazgeçmiştir. Denememiştir.
Peki ya sen odana gömülmüş boğazından genzine doğru genişleyen düğümü şarapla çözmeye çalışırken, nasıl da bir anda hiçbir şey düşünmeden çantana sarıldın ve kendini dışarı atabildin? Vakit gece yarısıydı, ana yola kadar koşarcasına yürüdün ve seni almaya niyetlenen ilk arabaya atladın. Arabayı süren genç adam sana “nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda bilmiyorum, dedin… Ve hala öyle diyorsun “bilmiyorum…”
Salonun şehre bakan kapısı açılıp kapanmaya başladı. Kafanı kaldırıp duvardaki saate bakıyorsun. 10 dakika var. 3 5 kişi gelip salonun muhtelif yanlarına dağılıyorlar. Bazıları salonun tren yoluna bakan kapılarından dışarı çıktılar bile..Gözün yine o orta yaşlı çifte takıldı. Hallerinden bir memnuiyet ya da şikâyet sezilmiyor. Hiç bir heyecan belirtisi göstermeden konuşuyorlar, ellerini kaldırıyorlar, göz göze geliyorlar, susuyorlar ama
ciddiyetlerinden ve aralarındaki mesafeden hiçbir şekilde ödün vermiyorlar…” Ya biri, ötekini şuracıkta terk edip gitseydi” diye düşünüyorsun. Sonra başını biraz sola çevirip, sağ gözünü kapatıyorsun. Adam yalnız. Bu defada başını biraz sağa biraz çevirip, sol gözünü kapatıyorsun. Kadın yalnız. Büyük bir olağanlık içinde sürdürülen ve belki de hiç bitmeyeceği düşünülen bu sıkıcı ve samimiyetsiz oyunun bir anda bıçakla kesilir gibi sonlandırılması… Sen bunu gözlerinle yapabiliyorsun. Ya onlar, bir kaya gibi kıpırtısız olan hayatlarını derinden sarsacak ve yeni bir oyunu başlatabilecek bu oyunu oynayabilirler mi?
Bütün bunlar gerçekten bir oyun mu diye bilmem kaçıncı kez sorgulamaya girişirken, seni en son terk edenin gittikçe silikleşen yüzüyle karşılaşıyorsun, bir de bir hatırayla şimdiyle senin arana sıkışıp kalmış olan:
Bir gün yüzünde kocaman, ucu iyice kabarmış bir sivilce çıkmıştı. O bunu gördüğünde küçük yüzüne büyük bir heyecan oturmuş ve hiç vakit kaybetmeden, başını dizlerinin üzerine yatırmış ve bu irinli yarayı kurcalamaya koyulmuştu. Sivilceyi önce iki tırnağı arasında sıkıştırıyor, cerahatin bir kısmını çıkardıktan sonra ince demir bir çubukla yüzüne daha da bir bastırıp kirin kaynağını kurutmaya çalışıyordu. Sonra aniden kulağına eğilip, sır verircesine şöyle dedi sana: bunu yapmak çok hoşuma gidiyor biliyor mu sun? O gün anlamıştın aslında, ama hiçbir şey söylememiştin… Eğer şimdi onu görebilme imkânın olsaydı şunu söylerdin muhtemelen:
“Umarım akıtabilmişsindir içindeki, içimizdeki cerahati”
Trenin martı çığlıklarını andıran düdüğüyle, bir kez daha dönüyorsun nesneler dünyasına. Çevrene bakınıyorsun, salonda kimse kalmamış, çirkin suratlı gişe memuresini orada bırakıp çantanı alıyorsun. Ve salonun tren yoluna bakan diğer kapısından dışarı çıkıyorsun. Soğuk, sert ve taze sabah havasıyla ürperen bedenini, paltonun içine daha da bir gömmeden önce, şöyle bir gerinip, omuzlarını silkiyorsun. Uykun biraz açılmış, yorgunluğunda hafiflemiş sanki. Etrafa metal gürültüler saçarak gelen tren, 5 10 adım ötende derin bir soluk vererek duruyor. Diğer yolcular telaşlı bir şekilde bavullarına sarılıp trenin kapısına doğru ilerlerken. sen son bir kez onları izliyorsun. Belki de gidişini kendince daha da bir etkili kılmak için belki de onlara kendi yolculuklarında şans dilemek için. Herkes binip de kapılar kapatılmak üzereyken sen de ilerliyorsun. Ağır ağır ilerlerken aklınla dudakların arasında bir akıntı hissediyor, trenin korkuluklarına tutunup, ilk basamağa tırmandığında onu tükürüyorsun:

“Sen vebalı; umarım uslanmazsın, sağaltamayacağını bilsen de yaralarını…”

“Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi, kendine ikinci tekil şahısla seslenmekten…”

“en azından deniyorsun!”

KÜLKEÇİSİ

...

Bütün özgürlüğü üstüne çullanmıştı yine… Özgürdü, her şeyde özgürdü, hayvan ya da makine olmakta özgürdü “olur” ya da “olmaz” demekte özgürdü, mırın kırın etmekte özgürdü… Yalnızdı, korkunç bir sessizliğin ortasında, özgür ve yalnız, yardımsız ve mazeretsiz, bir daha dönmemecesine karar vermeye mahkûm, her zaman için özgür kalmaya mahkûm…
J.PAUL SARTRE-AKIL ÇAĞI

(...)

I.
Bu dediklerin senin,
Alıp bir yaşamı daha boğuyor bedeninde
Bir kez daha borçlanıyorsun aşkı.
Sayısız önceleri gibi..

bu dediklerin senin
içimde / dışımda bir iklim daha doğuruyor.
Şimdi toprağı avuçlamak istiyorum.
Pençemde alt üst etmek.
Yaralamak, tam ortasında bir yarık daha açmak..

Çünkü biliyorum ki toprak ancak yaralandıkça bulur bereketi
Yeniden yeniden tohumlar verir
Yaralandıkça
Toprak.

II.
(Ellerimin titremesi neden?
Neden beğenileni istememesi yüreğin?)

III.
Bak şimdi yine bahar.
Hem bu kez ne erken ne de bitik varoluşumuz.
Bir kaç ömür daha büyümüşüz birbirimizde
Feleğe bir kaç çember daha takmışız.
Söyle şimdi;
Ellerimin titremesi neden?

Bak başka kadınlarda
Ne herhangi bir bedende
Ne de yürekte
Yok bir karşılığı kadın olmasının.
Bak milyon yıldır gidip geliyor soluğum
Dokunuşundan
gözlerine..

IV.
İçimde çıplaklığınız duruyor.
Çıplaklığınız bir tek.
Adınız herneyse artık,
Biçimini sesini yitiriyor..
Öfke değil bu yanılmayın
Ne de kalleşlik.
Biriniz yüzünden
Hiç tanımadığınız
Adlarınız
Yüzünüz
varlığınız en nihayet
biçimini, sesini yitiriyor..

V.
susmayın ne olur
sanki yaşanan kimseyi ilgilendirmez gibi
yüz çevirmeyin.
Bir aşkın ölümü herkesin suçu
Kavuşamamanın kiri ellerinde.
Başka zamanlara
başka kadınlar
ve adamlar mutsuz olacaklarsa da
herkesin!.

Sizler ki milyon yıldır başkaldırırsınız
Sizler ki neferisinizdir yaşamanın ve sevdanın
her yitik gelir sizde bulur kendini..
bunları bilmezsiniz belki şimdi
unutulmuştur yiğitliği başkaldırının.
Kulak vermenize bakar içinizdeki sese
-Ki yaptığım o sese uzanmaktır.-
O vakittir gelip kurtaracağınız bir aşkı
Tüm aşkları!

susmayın ne olur
sanki yaşanan kimseyi ilgilendirmez gibi
yüz çevirmeyin.
Bir aşkın ölümü herkesin suçu
Kavuşamamanın kiri ellerinde
Herkesin!
BAHADIR DÜLGER

(...)

Gözlerim yok" demiştim
Bir yol boyu uzarken ömür
Bir tren yolculuğu düşlerken
Tünellere gebe oldu hayat!
Zifiri zindan,! Zifiri yol geziyor
"Ay" diyorum, ay yüreğimde kol geziyor...
“SİLENCİO”

S(İMGE)

Hep ayrılık sahnesi konan masanın bahçesinde yalnızız. Baykuş ve ben. Bir kedi köpeği kovalar birazdan. Baykuş ve ben. Ağaç dillenir, şair imge dilenir. Kuş bay ve ben. Kalem kırılır yazılanlara, acıdır çünkü hep yazılan, kızdırır kalemi. Ben baykuş. Çocuk kalır, ihtiyar doğarız. Ben ve kuş’-baİhtiyarın kendi imge, şiiri baston. Baykuş ve kuş bay. Cehennem yolcusu bir kız. Kuş ve kuş. Saçları eflatun şiiri çok severim. Ben ve ben.

“MEHMET ÖZCEYLAN”

YAZARA KIRILAN KARAKTER

Yattığı ağacın altından kalktı. Kalkan aslında ağaçtı. Bilincini bıraktığı yerden aldı. Kısa cümleler kurmalı, dedi. Hızlı yazmalı, çabuk bitmeli. Saçlarım uzamadan, ayaklarım kısalmadan bitmeli. Belki kar yağar kağıt kaleme.
İki kapılı handa üçüncü kapıdan kaçmalı. Kapısından kovulduğu meyhaneleri hatırladı.
Ter kokan bulutların altında yürüyenleri gördü. Gördüğü siluetiydi. Sarhoş muydu? Belki. Kimin umurunda. Ya sizin?
Bir soru işaretiydi doğada. Doğa kimdi? Ben kimdim! Anlatan tanrıydım belki. Adı tarihe küçük harflerle geçecek “ben “
Bir çiçeğin yanından geçti. Karıncayla yarışıyordu. Aslında yazarın beyim kıvrımlarımdaydı. Cinayeti gören adamdı ya da kadın. Belki de cinayetin kendisiydi. Kalemi kağıtla sevişen şairdi ya da. İnadın ters yüz edilmiş kanıydı, imgeydi. Anlamadınız değil mi? Anlaşılmazdı.
Her hikayede yeniden dirilen yazarın, hiç acımadığı karakteriydi. Eskiydi, yeniydi, özgürdü, mahkumdu, kuştu, uçtu. Kanatlarını hep kırdı Tanrısı. Dilini çekti, kesti. Dilini eline aldı, şöyle bir yokladı. Kokladı. Ayaklarının altından giden zamana taktı.
Bu yazılanları gördü sonra. İçindeki üç noktaları hemen tükürdü. Tükürdüğü noktaları yutkundu. Biri boğazına takıldı. Kırıldı, küstü yazara.

"MEHMET ÖZCEYLAN"

...

Ahlaka uygun yahut ahlaka aykırı diye kitap yoktur, iyi yazılmış yahut fena yazılmış kitaplar vardır. İşte o kadar… Hiçbir sanatçının ahlaka uygun eğilimleri yoktur. Bir sanatçıda ahlaka uygun eğilim bağışlanmaz bir üslup yapmacığıdır.
OSCAR WİLDE

KIRMIZI BALADLAR

Ben, kendine dokunan ve kendiyle çoğalan her aşka kalbini veren kadın...

Doğru muydu hayaletlerin her kaybedişi görünür kıldığı... Bu odada ve bu sonsuzlukta nasıl çılgınca dileniyorum hayatı!... Eğer yağmur yağınca içeri gireceksen seninle gitmem uzak ülkelere. Ya da gölgelerine sığınan evimde yeşermeye çalışan canlı bir kaktüsü şımartırken, rüzgara eğimli bir mektup düşürmezsen penceremden; seninle yaşayamam aşkı. Öylesine zor bir uyku şimdi seni düşünmek. Sarılışlarıma yanıt olarak içebilir misin gözyaşlarımı... Ama dur!... Tenin sıcaklığında kaderime bulaşacak bir iz bırakacaksan; dur ve yalnız ürpertisini yolla gerçeğin... Belki de sana gelmek yerine saçlarımı boyatmalıydım. Bir şiir bırakmak için, tıpkı o şarkıda olduğu gibi; sadece beni sev diye...

İnan adaletli değil hiçbir alışveriş. Bu uzaklıklar bakışlarından geriye kaldı. Yine de trenin sesini duy diye fısıldayacağım. Ankara Expresi satırlarıma girerken ilk kez seni sevdiğimi söyleyeceğim. Güçlü ve güzel kalmalıyım: Kışın, yazın ve daha çok hüzünlü sonbahar geceleri. İnan dokunduğum bir koku bu; ellerime inan... Hiç ağlamadığın bir şey mi yoksa sana anlatmaya çalıştığım... Doğruyu söyle... Çünkü benim için bir gün kızıl bir sabahtı. Kırmızı paltolu bu küçük kızı kimsenin gözü bir yerlerden ısırmıyordu. İnanabilirdin o zaman kanatsız bir melek olduğuma. Yüreği taştan bir kaderin esiriydim ve yakabilirdim tüm kenti...

Şimdi bana dokun, öyle yavaş... affetmek yok... kalbin üzerinde unutulmuş bir el gibi, göreceksin daha çok seveceğim seni.

İnan anımsadığın bir koku bu...

İnan anımsadığın bir koku bu...

Ellerime inan...
UMAY UMAY

DAR KÜL KA1

Uslu midye kapansın
Umma kanseri okyanusa cenk

Okyanus
Bet10dan diplerinde çay posası bereket

Babam ıslak bir bahçe
Küflü çocukluğumla kesildiğim

2z bir yara mı bu şimdi
Gölgemde kabuk bağlamış
İçimde kaşınıp duran

Zamanın bel6 ilti-hapından içtim dün
Sıska gece bin kondom 7
Filleşirken gün
Ben böyle göztaşıyken sır

Karardı yara….

Letafet nöbetinde ağrıyan 100süz hiçlik kolonisi
Yarakarardı.
O tuz mevsiminde gamsız

Dar kül ka1
Uyanmak zul içinde ve dışında

Daha koyu ve kuyuyken babamdan
-ya
O
y-a
kan
kan!
“HIRSIZIN KÜLLÜĞÜ”

...

İpi boynuna geçirdi; düzeltti. Tam o sıra dışarıdan birkaç arabanın korna seslerini duydu; başka araçlar da katıldılar buna; kornalar, tren düdükleri, fabrika düdükleri arasız, kesintisiz ötmeye başladılar. Neydi bu? Kulakları mı uğulduyordu? Yoksa dışarının, başkalarının bir çağrısı mıydı? Yüzünü buruşturdu. Sağdı daha, her şey elindeydi. İpi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük..
YUSUF ATILGAN-ANAYURT OTELİ

EVET EVET

tanrı aşkı yarattığında çoğu insana yaramadı
tanrı köpekleri yarattığında köpeklere yaramadı
tanrı bitkileri yarattığında eh işte idare ederdi
tanrı nefreti yarattığında standart bir hizmete kavuştuk
tanrı beni yarattığında beni yaratmış oldu
tanrı maymunu yarattığında uyuyordu
zürafayı yarattığında sarhoştu
uyuşturucuları yarattığında kafası kıyaktı
ve intiharı yarattığında bunalımdaydı
senin yatakta uzanmış halini yarattığında
ne yaptığını biliyordu
sarhoştu ve kafası kıyaktı
ve sonra dağları ve denizi ve ateşi
aynı anda yarattı
bazı hataları oldu
ama senin yatakta uzanmış halini yarattığında
tüm Kutsal Evren' in üzerine boşaldı.
"CHARLES BUKOWSKİ"

MAVİ KUŞ

bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm, kal,
diyorum ona, kimsenin
seni görmesine izin veremem.
bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama viski döküyorum üstüne
sigara dumanına
boğuyorum,
fahişeler, barmenler ve
bakkal çırakları hiçbir zaman
bilmiyorlar onun orada
olduğunu.
bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama ben ondan güçlüyüm,
yat lan aşağı, diyorum ona,
ocağıma incir dikmek mi
niyetin? Avrupa'daki kitap
satışlarını sabote etmek mi?
bir mavi kuş var yüreğimde
çıkmaya can atan
ama zekiyim,
sadece geceleri izin veriyorum çıkmasına,
herkes yattıktan sonra.
orada olduğunu biliyorum, derim
ona, kederlenme artık.
sonra yerine koyarım yine
ama hafifçe öter
tamamen ölmesine de izin
vermiyorum ve birlikte uyuyoruz
gizli antlaşmamızla
ve insanı ağlatacak kadar güzel,
ama ben ağlamam, ya siz?
CHARLES BUKOWSKİ

...

İnsan tanrıya ne kadar yalvarırsa yalvarsın, mucize istiyor demektir. Bütün dualar şöyle özetlenebilir: “ Ulu tanrım, ne olur iki kere iki dört etmesin.” IVAN TURGENYEV

"VİCDANİ RED BİR İTAATSİZLİK EYLEMİDİR"

”Vicdani retçi; yaşamını, düşündüğü gibi sürdürmek istemesinin –bütün insanlar gibi kendisinin de- en doğal hakkı olduğunu, bu meşruiyete dayalı olarak, gizlenme gereği duymadan yaşayacağını, açık, anlaşılabilir bir şekilde duyurup, bütün sonuçlarına da katlanacağı bir eylemi seçtiğini gösterir.”

VİCDANİ RED TOPLUMSAL DEĞİŞİME BİR ÇAĞRIDIR

"Vicdani ret savaş karşıtı bir tutum olup, bireyin; ahlaki, politik ya da dini gerekçelerle askerlik yapmayı reddetmesidir. Savaş karşıtı olmanın, onun bir unsuru olmamaktan, herhangi bir yapısıyla ilişki kurmamaktan geçtiğini, “savaş çıkmış giden yok” ütopyasının gerçeğe de dönüşebileceğini göstermektedir. O zaferlerle kazanılacak sözde “barış”ların değil, “barışçıl yaşamın” da mümkün olduğunu göstermektedir. "

...

Hep esrik olmalı insan. Tüm sorun burada; sorun budur. Zamanın omuzlarınızı çökerten ve sizi yere eğilmeye zorlayan o korkunç ağırlığını duymamak için, sürekli sarhoş olmanız gerekir. Neyle? İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kendinizden geçin.
Örneğin bir sarayın merdivenindesiniz, bir kuytunun yeşil otlarındasınız, ya da odanızda, insanın içini karartan o yalnızlık içindesiniz ve uyandığınızda sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün ayılmışsanız, rüzgâra, dalgaya, yıldıza, kuşa, duvar saatine, kaçan her şeye, uğuldayan ve ses çıkaran her şeye, yuvarlanan ve şakıyan her şeye saati sorun. Alacağınız yanıt hep şu olacak:
“Saat sarhoş olma saati!” Zamanın o kurban kölelerinden olmamak için, içip kendinizden geçin; sürekli kendinizden geçin! Şarapla, şiirle ya da erdemle, canınızın istediği bir şeyle…

CHARLES BAUDELAIRE-PARİS SIKNTISI

BÖYLE İŞ Mİ OLUR?



Sonu yok. Nereye kadar kaçabilirsin ki? Hep kaçmıştım, yakalayamayacaklarını düşünerek ve hepte onları aptal yerine koyarak kaçmıştım. Yine de yakalandım, neyi nasılı kalmadı artık. Bu işler böyle galiba, yakalanana kadar kaçarsın ve yakalandıktan sonra bir seçim yapmak zorunda kalırsın; ya onlarla çalışırsın ya da her şeyin siktir edildiği bir hapishanede çürürsün. Ben de kendi seçimimi yaptım. Kendimce, önceden yaşadığım yaşama benzer bir şekilde onlar için çalışıyorum. Yaşadığım yaşama benzermiş, topunun…
Araştırma görevlerine yeni bir tane. M sınıfı bir gezegen; birkaç kıtalı okyanuslu, göllü, bulutlu yeşil kahverengi mavi beyaz ya da işte yörüngeden neler görülebilirse sadece onlar. Yeni bir yaşam türü dahi bulunabilirmiş hatta şu koca imparatorluğa katılabilecek yeni bir sömürge dahi olabilirlermiş, peh! Şu gezegenin yörüngesine yerleştirdikleri uydulara bakın hele hepside hurda yığını, ne kadar zamandır kullanılmadıkları belli değil, gezegene çakılmamaları mucize galiba.
Prosedür, prosedür… yörünge analizi tamam… kendi etrafında dönme hızı… manyetik alanı… atmosfer, biyosfer analizleri tamam… toprak ve su analizleri için sondalar gönderildi… olası gelişmiş, gelişme aşamasında ya da daha yeni yeni çıkmaya başlayan bir uygarlık izi için yörüngeye yerleştirilecek uydular hazır… önceki yaşadığım hayata benzer bir yaşam tarzında bir işmiş, imparatorluğa hizmet içinmiş yoksa çürümeyi mi tercih edermişim, bu şekilde de yaşayabilirmişim, çok yetenekliymişim de falan da felan. Ulan sen gel koskoca bir yıldız gezginin düştüğü hale bak. Kayıtlı olmayan malların ve belirlenmiş yerlerin dışında satılması yasak olan eşyaların ticaretini yaparak imparatorluğun ekonomik düzenini sarsıyormuşum, bilgi akışında yol açtığım dengesizlik yüzünden öngördükleri gezegenlerin daha hızlı gelişmelerine yol açıyormuşum da; bu da sistemler arası dengesizliğe ve savaşa yol açabilirmiş de. Salak! İmparatorluk aptallarına yakalandın ya! Seni koca salak!
Gezegenine tüküreyim, şuraya bir bilgi toplama uydusu daha bırakayım da şu sistemde biraz kendi başıma gezineyim. Bakalım burada bir sürpriz var mı benim için.
Gemiyi yörüngesinden çıkardı, sırasıyla sistemin güneşine yakın olan gezegenlere bakına bakına bakına gezinmeyi düşünüyordu. Araştırması gereken gezegenden güneşe bir yakın olan gezenden umut yoktu, kalın bulutlar ve asit fırtınaları, hiçte eğlenceli değil ve sürpriz vadeden bir yer değil. Diğer gezegense güneşe yakın olan ilk gezegendi. Evet, ateşliydi kavrulup kalmıştı güneşin yakınında. Aslında ilk gezegenler onu hep düşündürmüştü, hayat kaynağına bu kadar yakın olmak bir şans mıydı yoksa sadece bir lanet gibi bir şey mi? Kendi kendine eğlenircesine bir de bunu galakside yaşayan canlılar üstüne uyarlasak nasıl bir sonuç çıkardı acaba diye aklından geçirdi ancak bir sonuç çıkarmadı. Şans ve lanet ona göre; sanırım ile başlayan ve ikisi de aynı diye sonuçlanan bir cümle.
Görevinden güneşe doğru olan gezegenler bitmişti şimdi en uzağından görevi olan gezegene doğru gezintiye devam. Bir asrteoid kuşağı. Sistemlerin talaşları, imalatlarından sonra onlara zarar vermek için bekleseler dahi. Orda bir gaz devi, bir tane daha bir tane daha bir de sonuncusu. Gaz devleri kendilerinin asla sahip olamadıkları şeyleri uydularına vermişler sanki. Hepsi kocaman ve hepsi de sadece gaz dolu. Kendi kendilerini şişirmişler gibi. Belki üzerlerinde bir çeşit yaşam ya da bilinç gelişebilir ancak, bunun uydularında olması daha da muhtemel değil mi? Bunu bir de gaz devlerine söyleyebilsem nasıl olurdu diye düşündü. Güneş olabilirim diye şişin şişin sonra da bir bok olama ardından uydularından medet um bir yaşam kırıntısı belirsin diye. Koca götlü gezegenler işte.
Ah işte şimdi bir tane kayalık gezegen sonunda, pek de ufacıkmış. Sanırım ondan böyle kızarmış bozarmış. Şu gaz devlerinin birisinin yörüngesine daha çok yaraşırmış her halde, o zaman bu kadar kızarmazdı. Şunun aylarına da bir bakalım. Hımm… Oooo… Tuhaf, hatta biraz hayret vericiymiş. İçleri boş ha? Yapay aylar mı? Yok değiller sanrım içleri boşaltılmış. Aylar da pek bu gezene ait olabilirmiş gibi gelmiyor. Şu gaz devlerinin aylarından koparılıp yörüngeye yerleştirilmiş sanrım ve sonra da minareler toplanmış büyük ihtimalle. Gelişmiş bir uygarlık varmış gibi görünüyor. Bunu ilgi çekiciymiş şundan bir rapor çıkarıyım belki bu boktan işten biraz kaçabileceğim bir tatil ödülü gibi bir şey kopartabilirim.
Neyse, şu gezegene yeniden bir bakayım. Gezegen parazitleri ne bilgiler yollamışlar. Analizler, rakamlar yüzdeler, geç bunları geç, bunlar beni ilgilendirmiyor. Öyleymiş öyleşmiş, aç gözlü imparatorluk seni, sadece yeni kaynaklar arıyorsun kendine değil mi? Yeni bir ırk ya da başka bir şey umurunda değil, değil mi? Sonunda işte ilgilendiğim yere geldik.
Zeki canlılar varmış demek ki, ya da şu hallerine bakarsak zeki olabilecek bir yaratık türü. Dört bacaklı kıllı kuyruklu bir yaşam türü. Sanki koca evrende sizler gibi başka gibi yok. Başka bir şekilde evirilseymişsiniz olmazdı, değil mi? Neyse gidip şunlara yakından bir bakayım eğlenebileceğim bir şeyleri vardır belki de



Aslında niyeti tamamıyla onlarla kontak kurmay ya da en azından görece yakın bir mesafeden onları gözlemlemekti ancak yiyeceklerini topladıkları ve kendilerinin bir nevi bitki ya da artık her ne zannediyorlarsa onlar dikkatini çekmişti. Bu yüzden onlara olan ilgisi tümüyle o dört bacaklı mahlukların yiyeceklerini topladıkları şeylere çekildi. Hiç kuşkusu yoktu bunlar birer makineydi. Kendi kendilerini idare edebilen makineler ve çıkarmaları gereken ürünü sonsuza kadar çıkaracak olan kendi kendilerini bir yere kadar yenileyebilen makineler.
Gemisine döndü ve daha derin bir incelemeye koyuldu. Makinelerin enerji aldıkları yerin kaynağını buldu, kaynaktan diğer yerlere çıkan noktaları belirledi, enerji beslemelerinin bir bölümü yiyecek sağlayan makineler giderken diğer besleme yolları da gezegenin içine doğru devam ediyordu. Birkaç tane daha ince ayrıntı ve baş ağrısından sonra vardıkları yeri buldu. Bir bilgi deposu ya da öyle bir şey. Yiyecek makinelerine bir ajan yolladı ve enerji yolları aracılığıyla orasıyla bağlantı kurdu. Bakalım evrensel çevirici dili çevirebilecek mi? Diye düşünürken bu işi makinelere bırakmak gerek sanırım diyerekten sanki gemisinin bilgisayarı şevke gelip de dili daha çabuk çevirebilecekmiş gibi hadi kızım bunu sana bırakıyorum bak o da senden birsi siz anlaşırsın hadi bakayım diyerek koltuğuna iyice yerleşti. Kendisini hayrete düşürecek kadar çabuk çözmüştü dili ve veri bankasıyla arasında tam erişimli bir bağlantı vardı. E artık bundan sonrası da benim diye düşünerek işe koyuldu. Gezegenle ilgili aradığı ne varsa hepsi vardı. Aramayı aklına getirmeyeceği şeyler bile vardı. Gezegenin önceki sakinleri gezegenlerini yaşanamaz hale getirdikten sonra bilinçlerini yarattıkları yapay bir yaşama transfer etmişlerdi. İyi. Diye düşündü, öyle de yaşıyorlar işte böyle de. Yüzeydeki yiyecek makineleri de yüzeyde kalmış canlıların gezegen yaşanamaz hale geldikten sonra belki yaşayabilirler maksadıyla yerleştirdikler bir iyi niyet gösterisi gibi bir şeymiş. En azından işe yaramış diye düşündü.
Gezegen bu hale gelmeden önce nasılmış acaba diye kendi kendine sorarken bunu da çoktan kendisine sormaya başladığında o bilgileri de alıyordu. Evet bunlar işte bir gezegende olması gereken yaşam döngüsüne ait gibi görünüyor diye düşünürken daha da derinlerden eski yıldız gezginini sarsacak kadar tuhaf bir bilgiye rastladı.
Konunun başlığı; yüzeyde yaşayabilme olasılığı olan canlılar için yapılan makineler nereden esinlenildi idi. Yazılanlara göre gezegendeki ilk ya da onların bunu keşfetmeden önce normal evrimin ortaya çıkardığını zannettikleri doğal döngüdeki bitkisel canlıların meyve verme mekaniğinin aslında “başkalarının” tarafından yapıldığıydı. Yazıda ilk başlarda evlerinde yalnız başlarına bırakılan evcil hayvanların beslenebilmesi için hazırlanmışlardı bu besin sağlama makineleri. Yapıldıkları kendi çaplarında bir besin oluşturma döngüsü vardı. Meyve verme olgunlaşma çürüme ve yeniden işleme girip döngüye yeniden başlama. Yazıda bu evrimle oluşmuşa benzer bitkilerin ya da yazıdaki verilen adıyla “önceden hazırlanmış yiyecek üretme makineleri”ni kimlerin yapmış olabileceği üzerine bir fikir yürütmeydi. Eğer diye başlıyordu, kendilerinden yola çıkıyorlar diye düşündü eski gezgin, biz hayvanlarımız için böyle bir şey düşündüysek ve bundan yola çıkarak bir şey yapmışsak onlar bir örnek olamadan bunu yaptıkları için bizden daha zeki olmaları gerekir daha da önemlisi biz onlar için birer hayvandık ya da evcil hayvanlarıydık, diğer yandan neye benzediklerini kim bilebilir ki? Diye sona eriyordu.
Kendileri yapay bir dünyaya aktarmış bir gezegen dolusu canlı. Sonra içine ettikleri bir gezegen. İyi kalplilikleriyle içine ettikleri o gezegenden yüzeyde yaşayabilecek hayvanlar için yaptıkları makineler. Bir de bitkilerini de onlar için, onları evcil hayvan olarak gören başka varlıkların yapıp her nereyeyse gittikleri, ha? Ben kafayı mı yiyorum nedir?
İlginç bir bilgi, bunu kendime saklayayım imparatorluk da avucunu yalasın, bakalım ne işime yarayacak.
"TIRTIL"

...

Dünyada aslında iki ırk vardır. Dolandırılanlar ve tecavüz edilenler. Beyazlar dolandırılır. Onun dışındaki renklerinse ırzına geçilir, aynı beyazlar tarafından. Küçük boyutlu dolandırıcılıklar, ülkenin kadınlarından yeraltı ve yerüstü zenginliklerine kadar her şeyine sahip beyazların göz yummak zorunda kaldıkları durumdur. Sosyal patlamayı engelleyici bir görevi vardır. Beyaz adamın, tecavüz edilenler için uydurduğu başka bir katlanma yoludur. Geri kalmaya mahkûm ülkenin insanı, beyazdan çarptığı parayla yetinir. Sokakta uyumasının, kız kardeşini satmasının, kentin beyaz semtlerine adım atamasının bedelidir bu. Uygarlığa köle olmanın maaşıdır.Kuzey Avrupa politikacılarının övdüğü sosyal adalettir. Ve dolayısıyla turizmi, üçüncü dünya ülkelerine bırakmıştır medeniyet. Irzına geçtiği halklara karşılığını verebilmek için. Böylece rahat uyurlar geceleri. Vicdanları zencilerden, Kızılderililerden, Uzakdoğululardan, Araplardan korunur böylece… Bu ufak kazıklamalar zırhtır, yüzyılın imparatorlarının vicdanlarına
HAKAN GÜNDAY-KİNYAS VE KAYRA

İNSANLIĞIN DUVARLARINI KEMİREN METROPOL FARESİ: BANKSY

# gerçek kimliğini halen gizli tutuyorsun. hiç kimliğini açıklamayı düşündün mü ya da düşünüyor musun? - popüler olmak veya ortaya çıkmakla hiç ilgilenmedim. sanırım, önünüzde çirkin suratlarını göstermek için can atan yeterince kendini beğenmiş salak var. gidip ufak çocuklara büyüdüklerinde ne olmak istediklerini sorun, alacağınız yanıt şudur: "ünlü olmak istiyorum." sorduğunuzda sebebini ya bilmezler ya da önemsemezler. ben sadece iyi görünen resimler yapmaya çalışıyorum, kendim iyi görünmeye çalışmıyorum. modayla filan alakam yok. genelde benim yaptıklarımdan çok daha iyilerini de sokaklarda görüyorum. ayrıca biliyorsun polisle ilgili çalışmalarım var. diğer yandan, benim gerçekliğim 15 yaşındaki bir grup çocuk için büyük bir hayal kırıklığı yaratabilir. # graffitiye nasıl başladın? - ingiltere'nin güneyindeki ufak bir kasabadan geliyorum. ben 10 yaşlarındayken "3d" denilen bir çocuk sokak duvarlarına resimler yapardı. sonra 3d resim yapmayı bıraktı ve massive attack grubunu kurdu. onun için iyi bir şeydi ama kent için büyük bir kayıp oldu doğrusu. graffiti okulda hepimizin yapmayı sevdiği bir şeydi. herkes yapardı bunu. # "sokak sanatı" giderek "cool" bir kelime olmaya başladı. graffiti hakkındaki tanımın nedir? - graffitiyi, bu kelimeyi seviyorum. graffiti benim için "şaşırtıcı" ile eş anlamlı. diğer sanatların insanlara sunduğu daha az şey vardır. daha az ve daha zayıf. eğer karmaşık ve tiksindirici düşüncelerim olsaydı, sokaklara çıkıp normal resimler yapardım. eğer graffiti
yapmayı bırakırsam, hayatta kalamam. bu, gerçek bir sanatçı olmaktansa bir örgücü olmaya benziyor. benim favori graffiticilerim, bir geceliğine öylesine elinde kalemiyle dışarı çıkıp duvarlara eğlenceli şeyler yazan, sonra da ortadan kaybolan insanlar. çoğu graffitici de, hızlı ve sessiz çalışma ihtiyacından dolayı bir stil kazanır. ama eğer bu stili, yatak odanızdaki duvara özenli ve dikkatli resim yaparak veya photoshop'la uğraşarak kazandıysanız, insanlar sizdeki farkı beş mil öteden anlarlar. # ticari projelerden genelde uzak duruyorsun. hangi ticari projelerde çalışacağına nasıl karar veriyorsun? - faturaları ödemek için birkaç ufak şey yaptım daha önce. ama artık kimse için bir şey yapmıyorum ve bir daha asla ticari bir iş de yapmayacağım. bazı yönlerden bu bir şanssızlık, çünkü örneğin hawaii'deki bir yoğurt firması için posterler yaparken iyi vakit geçirebilir ve şimdi dünyanın öteki ucunda ziyaret edebileceğim arkadaşlara sahip olabilirdim. ama bu işin bir parçası da çeneni kapamak ve insanlarla tanışmamaktır. sergilerimin açılışlarına asla gitmiyorum ve chat odalarında veya myspace'de hakkımda yazılanları hiç okumuyorum. insanların benim hakkımda ne düşündüğü konusunda tüm bildiklerim birkaç yakın arkadaşımın bana söylediklerinden ibaret. ve içlerinden biri de sürekli para istiyor, yani onun da ne kadar güvenilir olduğundan emin değilim. bir şeylerin değerinin veya fiyatının ne olduğu hakkında fazla bir şey bilmediğimi de farkettim. her zaman bir şeyleri düşük fiyata satıyorum ve sonra çoğu insan onları ebay'de satışa çıkarıyor ve benim ilk elde onlardan kazandığımdan çok daha fazlasını kazanıyor. # ama insanların resimlerini fetişleştirmesini ve senin yaptığın bir şeye sahip olma statüsü için yüklüce bir miktar ödemeye razı olmalarını kabullenmiş görünüyorsun.
- londra'nın güneyinde bir trafonun kapısına bir stencil (graffitide bir şablon tekniği) yapmıştım. yakın zamanda biri, onu testere ile kesip oradan çıkarmış ve bir müzayede salonunda 24 bin pound'a satmış. ama aynı hafta içinde yine ingiltere'de islington belediye meclisi kararıyla bir caddedeki sekiz graffitimi ortadan kaldırmışlar. benim anladığım şu: sanat, biri onun için para ödemeye istekli de olsa veya biri onu görmemek için para ödese de, değerlidir. sanat dünyası büyük bir şakaya dönüşmeye başladı. ayrıcalıklılar için bir tatil evi gibi, gösterişli ve sulu. modern sanat ise yüz karası, rezalet. pozitif yönü de var ama: böylece hiçbir yeteneğiniz olmadan içine girebileceğiniz ve birkaç dolar kazanabileceğiniz dünyadaki en kolay işe sahip olursunuz. # filistin'deki o resimleri yapmak tehlikeli olmalı. neden gittin oraya? - her graffiti sanatçısı oraya gitmeli. dünyadaki en büyük duvarı inşa ediyorlar. ben duvarın filistin tarafında çalıştım ve çoğu insanın ne yapmaya çalıştığım konusunda en ufak bir fikri yoktu. neden sadece kocaman harflerle "kahrolsun israil!" yazıp, israil başbakanını darağacında sallanırken gösteren resimler yapmadığımı anlamadılar. belki onların da kendilerine göre nedenleri vardı. beş gün yanında kaldığım adam, camdan dışarı filistin bayrağı salladığı için "kirli çuval"a (dirty bag) girdi. kirli çuval şu: israil askerleri ellerine bir çuval alıp içini kendi dışkılarıyla dolduruyor ve bunu ellerin arkadan bağlıyken kafana geçiriyor. bir filistinli bana bunu anlatırken az daha kusuyordum, ama daha duyacağım varmış: " bu aslında hiçbir şey. yeğenim aralıksız iki hafta o çuvalı kafasında taşıdı." bunları gördükten sonra, eve dönüp insanların baskıya uğrayan filistinlilerin görüntülerinin tekrar tekrar televizyonda gösterilmesinden şikayet etmelerini duymak zor geliyor. oralarda yasadışı olarak graffiti yapmak çok zor. gecenin karanlığından faydalanarak kesinlikle yapamazdık bu işi, çünkü yakalanırsak vurulurduk. gün ortasında dışarı çıkıp, sanki turistmişiz gibi açık bir şekilde yaptık. iki kere askerlerle başımız belaya girdi, ama birinde filistinli sınır devriyesindekiler bizi zırhlı bir araca sokup kurtardılar. filistin sınır devriyeleri için duvara resim yapmanızın veya yapmamanızın hiçbir önemi yok. bizimle yolun kenarına park ettiler, su verdiler ve sadece izlediler. muhtemelen bu benim otomatik tüfekli bir grup asker tarafından korunarak resim yaptığım tek an olacak. # filistinli bakış açısını desteklediğini fark ettiler mi? - aslında iki tarafa da sempati duyuyorum ve bazı israillilerden az da olsa destek gördüm. ama israil hükümeti bizim oraya gidip bir "resim saldırısı" yapacağımızı bilseydi, bu kadar da hoş görülmezdik. çok paranoyaklar. duvarın batı'da konuşulmasını istemiyorlar. duvarın israil tarafına toprak yığıp çiçeklerle donatıyorlar, onun farkına varmayın diye... duvarın filistin duvarı ise lanet olası kocaman bir beton yığını. # ilerisi için planların neler? - daima hareket halinde olmaya çalışıyorum. "sokak bombalama" ya yatırım yapıyorum. kendime inşaat mühendisi süsü verip, peşin parayı da bastırıp, binaların önüne bir inşaat iskelesi koyduruyorum. sonra da o iskeleyi plastik bir çarşafla kaplatıp kentin göbeğinde kocaman resimler yapıyorum. birkaç yıl önce böyle bir şeyi asla yapamazdım. ayrıca, çalışabileceğim yeni yerler bulmaya çabalıyorum. hayvanat bahçelerine veya müzelere girmek tren istasyonlarına girmekten daha kolay. çünkü oralarda geçmişten gelen bir graffiti problemi yok. sonuçta tek istediğim, doğru şeyi, doğru zamanda, doğru yerde yapmak

YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAKLARIMIZDAN RÜZGAR



Tüm yenilenebilir enerji kaynakları gibi rüzgâr enerjisi de kaynağını güneşten alır. Güneş yeryüzüne saatte 1014 kW enerji gönderir. Başka bir anlatımla, yeryüzü güneş sayesinde saatte yaklaşık olarak saatte 1018 watt enerji kazanır. Bu enerjinin bir kısmı rüzgâr enerjisine dönüşür.

Türkiye’de son yıllarda gittikçe artan enerji darboğazı, üretimin sabit kalması ya da çok az artması, tüketimin ise çok büyük bir hızla artması karşısında, gelecekte de büyüyecek bir sorun olarak karşımızda duruyor. Bu durum karşısında ülkemizin doğal kaynaklarından yararlanarak yeni ve yenilenebilir enerji sistemlerinin uygulanması bu sorunlara genel bir çözüm sağlayacaktır. Bu enerji kaynaklarından rüzgâr, ülkemizde de çok iyi değerlere sahip olması, sınırsız, temiz, çevreyi kirletmeyen bir enerji kaynağı olması dolayısıyla öne çıkıyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nde rüzgâr çiftliklerinin toplam kurulu gücü 1700MW dolaylarındadır. Yıllık üretim miktarı ise 3 milyar kW/saat kadardır. İyi rüzgâr sahalarının bulunduğu Hollanda, Danimarka, Almanya gibi ülkelerde de rüzgâr enerjisi konusunda önemli atılımlar yapılmıştır. Üretim ve kurulu güç açısından bu ülkeler dünya çapında öncü konuma gelmişlerdir. Ülkemizin bu sınırsız ve dünya çapındaki rezervleri göz önüne alındığında bunları kullan(a)madığımız ortaya çıkmaktadır. Bu akıllara çeşitli sorular getirebilir. Beklide dış güçler bizi nükleer çöplük olarak kullanmak istemektedirler. Bunu düşünmemdeki nedenlerden biri olarak Amerika’da yayınlanan Bulletin of the Atomic Scientits adlı derginin 2006 Mayıs-Haziran sayısının kapağındaki “MOUNTAIN OF WASTE! The United States has 70,000 tons of nuklear waste (and nowhere to put it)” başlık çok etkili oldu. Bu
başlığın Türkçe karşılığı Amerika’da Dağlar gibi birikmiş nükleer atık var. Ancak, koyacak yeri yok”. Bu atıklar nereye gidecek hiç düşündünüz mü? Amerika’nın ülkemizde 6 nükleer santral açılması için destek veriyor? Niçin yenilenebilir enerji kaynaklarına izin verilmeyip, ömrü 40-50 yılla sınırlı olan katil barajlarla katlediliyor? Ülkenin Hasankeyf’ini, Zeugma’sını katlederseniz Anadolu içi boş çuvala dönüşür.
Ülkemizde rüzgâr enerjisiyle üretilebilecek enerji miktarına IMF’nin emriyle sınırlama kondu. Yılda sadece 70MW kurulabiliyordu. Sayın Prof. Dr. İlyas Yılmazer ve diğer vatansever hocalarımızın uğraşları sonucunda bu sınırlama kaldırıldı. Böylece başvuru 7.11.2007 günü 78000MW oldu. Kısacası verilen yıllık izinin 1000 katı başvuru oldu. Gördünüz mü oyunu? Günümüzde bir rüzgâr değirmeniyle elde edilecek enerjinin birim maliyeti yaklaşık 250 $/kW kadardır. Nükleerde bu rakam 25000 $/kW’dır.

Niçin rüzgâr enerjisi derseniz; Rüzgâr enerjisi temiz ve çevre dostudur. Rüzgâr enerjisi tüm Anadolu ele alındığında ve ışın enerjisiyle birlikte kullanıldığında süreklidir. Yenilenebilir bir kaynaktır. Bir milyondan fazla insanı iş-güç sahibi yapar. Ülkemizde henüz tanınmamış bir kaynak olan rüzgâr enerjisinin tanıtımı ve yaygınlaştırılması için konuyla ilgili tüm kişi, kuruluş ve örgütler ile medyaya ve devlete de büyük iş düşüyor. Özellikle yerli kaynak, araç-gereç, teknik bilgi ve işgücü kullanılarak üretilecek türbinler, iç pazarda olduğu kadar dış pazarlarda da yarışacak düzeyde olacaktır. Yakın gelecekte bu tip çalışmaların artmasıyla, büyük yerleşim birimlerinin elektriğini sağlayan, büyük türbinlerden oluşan rüzgâr çiftliklerinin kurulması, Türkiye’nin enerji darboğazından kendi çabalarıyla kurtulup enerji ihraç eden bir ülke konumuna gelmesine yardımcı olacaktır.

CEMAL BİNGÜL
YÜZÜNCÜ YIL ÜNİVERSİTESİ
JEOLOJİ MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ
KATKILARINDAN DOLAYI
Prof. Dr. İlyas Yılmazer’e Teşekkürler

(...)

Hangi Kızılderili demişti ki o lafı; hani şu “beyaz adam derelerde balık kalmayınca paranın yenilemez olduğunu anlayacaktır” lafını. Şef bilmem kim, gömüş geçirmiş doğanın sırlarına erişmiş sakalsız bir Kızılderili. Bir de sakalları olsaydı acaba şöyle kocaman yobaz sakalları ya da felsefecilerin bırakmayı sevdikleri gibi yobazımsı sakallardan, gür ve söz dinletmek için, korkuların karanlık ormanı gibi belki o zaman beyaz adam katletmezdi onları, kim bilir? Neyse işte ben o şefle elektrik direklerinin ışıkları altında. Gece olsa da trafiğin işlek olduğu bir caddenin kaldırım kenarında ona sormak isterdim ya da göstermek için nehri ve içinde yüzen balıkları, ağaçları; bir de havada uçan kuşları cıvıltılarıyla, tümüyle böcekleri ve asalakları insanları hiçbir zaman yalnız bırakmayan. İşte orda göstermek isterdim caddede yüzen dört tekerli balıkları ve büyüklükleriyle yuttukları küçük balıkları içlerinde nasıl taşıdıklarını ya da birbirleriyle


olan bol gürültülü doğanın çarpışmalarını. Dizi dizi ağaçları her daim yıldızları tepelerinde taşıyan o ağaçları ve örümcek ağından yapılmış dallarına tünemeyen kuşların pata patalarını ya da kulak yırtan
böğürtülerinin dinletmek.Yol kenarından geçen insanların hareketlerinden ne tür bir
asalakla hayatlarını birleştirmiş olduklarını, pantolon ceplerinden fışkıran ışıltılarıyla ya da kulaklarına yapışmış beyinlerini emip duyularını körelten asalakları. Bunların ardından balıkçıları da göstermek, sanki onu haksız çıkartmak için kimi yerde “ho-ho” kimisinde “hey-hop” diye ağlara asılanları ya da sükûnetle oltasının başında bekleyenleri göstermek isterdim. Hey gidi yaşlı şef, işte burada değil mi o nehir ve balıkları, ağaçla kuşları, nasıl oldu da umutsuzluğa kapıldın ki? İnsanların açlıktan ölecekken paranın parıltısızlığını görebileceklerini; nasıl zannettin ki? Ya da neden küçümsedin ki onları o ruhunu dolduran rüzgârla, bak şimdi görüyor musun nasıl ruhları dolmuş çöken şu sisle. Bak nasılda şarkılarını söylüyorlar yeni ruhlarıyla. Şef, o değil de sana takma da olsa bir sakal taksalar nasıl olur acaba?
"TIRTIL"

...

Ocak falan yok/ fasulye konservelerini/ lavaboda/ sıcak/ suda ısıtırdık/ çöpleri eşeleyerek /bulduğumuz/ Pazar gazeteleri/ pazartesi okunurdu(…)/ bir/ tane/ daha/ şarap… İçtik/ şarkı söyledik/ ve dövüştük/ tren vagonlarında/ hurdalıklarda/ hastanelerde… Polise karşı/ koruduk kendimizi… Komşularımız/ nefret etti bizden/ pansiyoncu/ korktu/ bu böyle sürdü/ gitti… Yaşamımın/ en/ güzel/ günleriydi. BUKOWSKİ

İRİNLİ

Bir hikaye nasıl başlar? Bilmiyorum. Hangi kelimelerle giriş yapılır, hangi sözcük, hangi imge okuyanları yüreğinden yakalar? Bilmiyorum! Bildiğim tek şey bu hikayeye konu olan her ne ise ona hastalıklı bir tutkuyla bağlanıp kalmış olduğum.
Onu ilk ve son gördüğümde tarihe bakmalıydım, saatimi kontrol edip beynime kazımalıydım o anı. Ya da çevreme bakınıp, oturduğum mekanı aklıma iyiden iyiye yerleştirmeliydim. Ancak ben ne kalkıp tek başına oturduğu masayı ziyaret edebildim ne de çevremde yaratılmış gerçekliğin farkına varabildim. Onun yüzünün büyüsüne kapılıp bütün bir gece yalnızlığıma şarabı katık ederek seyrettim seyretim ve…

Bazen zaman yoktur; tarih sizi anın birinde terk edip gözden kaybolur. O anlardan biriydi, tek başıma oturduğum masada, zamanın beni unuttuğundan habersiz, bilinçsiz ve sarhoş bir halde, sızmaya hazırlanırken buldum kendimi. Ben: “neredeyim ulan…?” sorusunu sormaya niyetlenirken garson önüme bir kadeh kırmızı şarabı koymuş, suratıma ürkek ve şüpheci bakışlar fırlatarak masadan uzaklaşmaya başlamıştı bile.
“Yine çok içtim herhalde”
Buraya nasıl geldiğimi, bu oturduğum yerin neresi olduğunu hatırlamıyordum.( hala) Açıkçası umursamıyordum da ; benim için gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş bu kayboluşlar, beni şaşırtmıyordu. Aksine garip bir heyecan duyuyordum, kendimi kaybedip kaybedip bulduğum bu yerlerde.
İçkiyi seviyorum, çünkü hatıralardan ve heyecanla beklenen yarınlardan koruyor beni. Öyle ki, eğer her an varlığınızı yok etmek için fırsat kollayan bir şeytanla aynı bedeni paylaşıyorsanız ve o anlamsız yaşam isteminiz, varlığınızı yok etmenin çekiciliğine kapılıp gitmenizi engelliyorsa intiharınızı zamana yayarsınız. İşte ben de aynen böyle yapıyorum, benden bana kalan veya kalacak her ne varsa içkiyle kıyıyorum, Parça parça ediyorum onları; bedenim, aklım, nereye uzanacağını bilemediğim düşlerim…
Ama o an, ne için çabaladığımdan habersiz, masaya düşmemek için çırpınan kafamı, bir aşağı bir yukarı oynatmakla meşguldüm sanıyorum. Sarhoş başımı, etrafta gezinen, oturan, kahkaha atan ya da konuşan insanların ayakkabılarını görebilecek kadar kaldırabiliyor, bu gördüğüm kısmı da aptal bir kayıtsızlık içinde seyrediyordum: topuklu ayakkabılar, özenle parlatılmış kunduralar, converseler… Tam alnımı masaya vuracakken, o da ne? “
Onun yüzüyle karşılaştım.
Yere düşürdüğü her neyse, masanın altına eğilip, onu hızlıca almış ve görüş alanımdan kaçmıştı. Başımı, birkaç başarısız denemeden sonra, güçlükle havaya kaldırıp, ağırlaşan gözkapaklarıma hakim olmaya çalışarak yüzünü arandım, işte orada, tam karşımda…
O güzel yüz…
Bir yüz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bir yüz ne hatırlatır, ya da neyi özlediğinizi hissettirir size bu yüzün sahibi? Bu girintili çıkıntılı nesneyi hangi renge boyarsınız zihninizde, hangi yaranızın üstüne bastırırsınız onu? Ne zaman birine susamış gibi baksam, bu sorularla delik deşik edilirdi bakışlarım.
Ama o an gördüğüm şey zihnimdeki bütün soruları ve tanımları tahliye etmiş, kendi büyüsüyle sarmıştı adına ben diyebileceğim her şeyi… belki de “o güzel yüz” hariç.
Bu yüzün sahibi, tam karşımdaki masaya sol yanını görebileceğim şekilde bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Sanki kaçmamak için kendini zor tutuyormuş gibi ahşap sandalyenin kollarına sıkı sıkı sarılmış; bir karşısındaki gitarcı çocuğa bakıyor, bir de arkamda kaldığını sandığım giriş kapısına. Beni fark etti mi bilmiyorum ama fark ettiyse bile, onun üzerinden şarap kadehime gidip gelen ürkek ve ayyaş gözlerimle beni fazla dikkate aldığını sanmam.
Birini bekliyordu tahminimce, tek başına oturduğu masayı şenlendirecek bir arkadaş veya sıkıntıdan parça parça ettiği dudaklarını onaracak bir sevgili… Evet, eminim birini bekliyordu,
Yalnızlığını çalacak birini!

Tüm bekletilmekten hoşlanmayanlar ve yalnız kalmaya tahammül edemeyenler gibi elini koyabilecek bir yer; kendini saklayabilecek bir sığınak arıyordu. Ellerini sıkı sarıldığı sandalye kurtarabilir belki… Ama ya kendi… Nereye sığdıracak?
Bir an, hayranlığımın yanına biraz şefkatte ekleyip, yarım kadeh dolusu şarabı, buruk lezzetini ağzıma sıvayarak boğazımdan aşağı indirdim. Çünkü bende “sahne”deyken ellerini cebinde saklayanlardandım.
Her sabah hayatı baştan alan ben, her gece belleğimi içki şişeleriyle beraber çöpe atan ben onun hatırlanmaya değecek varlığını yarına taşıdığımdan habersiz onu seyrediyordum.

İşaret parmağını bir çengele çevirip, ortadaki boğumun sırtıyla küçük kırmızı bir süngere dönmüş burnunu yokluyor, az önce söndürdüğü sigaranın hayatında yarattığı boşluğu doldurmaya çalışıyordu… İki de bir saatini kontrol ediyor, etrafına gergin bakışlar atarak, birasından küçük yudumlar alıyordu. Bekletiliyordu…
Aynı benim gibi, diye sayıkladım sesli biçimde, aynı benim gibi…

Ben de bekletiliyordum bir zamanlar, yaşam sırasının kuyruğuna takılıp ta, ilerisi için heyecanlar biriktiriyor, oyun alanında açılacak boşluklara beni de alacaklarını sanıyordum. Ama olmadı, bu oyunun ağır ve anlamsız kuralları, daha kuyruktayken ezdi beni, paramparça etti varlığımı. Ben de o zaman anladım ki, bekletilmek benim gibi budalaların harcı; Ben yaşamak için yaratılanlardan değil, beklemeye mahkum edilenlerdenim. Bu yüzden de oturup ölümü beklemeye başladım. Tek başıma, yanıma hiçbir oyuncuyu yaklaştırmadan ve beni içinde istemeyen bu oyuna katiyen bulaşmadan yaşamaya alıştım.
Ben bedenimi ağır bir uykuya sürükleyen bu irinli yaraları kurcalarken, onunla benim arama girmeye cüret eden insan siluetleri geçiyordu önümden. İnsanlar değil, insan siluetleri. Anladım ki, “o güzel yüz” dışında her şey gittikçe ağırlaşan bir bulanıklık tarafından. Emiliyordu. Sızıyordum…

Yüzümde patlayan yumrukların acısı ve beni dışarı atmaya çalışan bir dolu adamın çığlığıyla kendime geldiğimi hatırlıyorum.
Üstüme çullanan birbirine girmiş bedenlere ve göz çukurlarımı dolmuş kanlara rağmen onu arandım. Ürkmüş bakışlarını ve bir gerilip bir gevşeyen yüzünü saymazsak her şey aynıydı.
Bekletilmesi “hariç değil”
Beni bir güzel hırpalayıp, bir kaldırımın üzerine fırlattıktan sonra küfürler yağdırarak çekip gittiler. Neden?
Darbelerden ve alkolden sersemleyen zihnimde kopuk kopuk fotoğraflar akmaya başlayınca anladım ve yüzüme oturmayı bekleyen aptal gülümsemeye izin verdim.
Ne zaman insanların şaşkın bakışları altında gitarcı çocuğun elinden mikrofonu kapıp, onun gözlerinin içine bakarak “alev alev” i söyledim? Ne zaman en yanlış adamın masasına kusup, onunla aramıza girme cesareti gösteren herkese küfürler savurdum?
Orada yattığım süre içinde ne dağılmış suratım, ne acıdan sızlayan kemiklerim ne de kıçıma işleyen soğuk belleğime astığım resmi sökemedi.
Yattığım yerden kalkıp, aksak adımlarla evime doğru yollandım. Evimin kapısına geldiğimde, kaşımdan çeneme kadar yayılan kan sıcaklığını yitirmiş, hava aydınlanmaya başlamıştı. Bütün yalnız yaşayan adamlar gibi açarken kapıyı uysal, mutsuz ama az da olsa sıcak bir esinti karşıladı beni. Tek göz odamın dağınıklığı bana benziyordu. Keskin bir küf kokusunu sarınmış eşyalarım bir bütünün parçasından sonsuza dek koparılmış gibiydiler; yerdeki halı, yatağım, daktilonun ağzındaki kağıtlar… Oraya buraya saçılmış içki şişeleri
Dışında her şey yarım…
Olanca kirliliğimle yatağa bıraktım kendimi, yorgan niyetine kullandığım kalın perdeyi üzerime çekip, ellerimi bacaklarımın arasına alarak gözlerimi kapadım. Kapadığım gözlerimin altına sakladığım yüzünün yanına birkaç kelime ekleyip “güzel yüzlü” rüyalara dalmayı bekledim:
- O ağır katransı sıvının içine gömülüyorum şimdi, birazdan her şey karanlığa boyanacak, gözler görevi rüyalara devredip çirkinliklerden arınacak. O ağır katransı sıvının içine dalıyorum şimdi, sadece kendimi yaşamaya, şizofrenimden beslenmeye yatıyorum


/ Tanımlanmış nesneler cehenneminden kurtardıktan sonra varlığımı, tek bir nokta bile konulmamış bir kâğıdın üzerinde buluyorum kendimi ve seni: Yokluk? Biz karşılıklı dururken çevremizi saran sonsuz bir beyazlık var, o kadar. Bana yaklaştığını görüyorum, elbiselerinden ve her şeyinden soyunmuşsun, aynı ben gibi. Delici bakışlarından kaçamıyorum. Nereye baksam geliyorsun; gözlerinle, çıplaklığınla. Burnunu burnuma değdirip, nefesimi soluyorsun birkaç kez… Ellerini ensemde birleştirip başını göğsüme yaslıyorsun; kokun… Kızıl saçlarından kurtarmayı başardığım elim, kamaşan tüylerinden kalçana doğru genişleyen etinde uysal bir yolculuğa çıkıyor…
Soluğumu yüzünde gezdiriyorum, boynunda, ağzının kenarında… Bir şey söylemek ister gibi kıpırdayan ağzın dudaklarıma değiyor…
Bütün kirlerinden arındırıyorsun çürümüş zihnimi… Dudağımdaki o küçük yarayı yalıyor, irin ve kan dolu o sıvıyı emiyorsun. Bütün günahlarım “bizim” artık.
Hiçbir gerçek bulaşmasın diye, keyiften ıslanan gözlerime, sıkı sıkı örtüyorum perdelerini…

- tanrım uyanmak için çok masumum… ne olur..!

"KÜLKEÇİSİ"

...

küçük alanın ortasındaki trafik polisine bakmaya başladı. Düdük öttürüyor, değnek sallıyor; arabalar, tramvaylar birbirlerine değmeden vızır vızır geçiyorlardı. Adamın hareketleri ona gülünç geliyordu. Belki asık yüzlü oluşundandı. Neden insanlar durup gülmüyorlardı? Sevmedi onu. O olsa bir gün muziplik yapardı. Arabaları, tramvayları birbirine karıştırır, sonra gülerdi. Polis bunu yapacak adam değildi. Belki bu düzeni ancak düşlerinde bozardı.
YUSUF ATILGAN - AYLAK ADAM

(...)

I.
İşte oldu…
Yaptık bunu da; kırdık birbirimizi
Sen yaptıklarınla, bense düşündüklerimle

/oysa burada böyle uyumanın bir görkemi vardı
“Senlenmenin” bir tadı…/

Ve sen sakar bir güvercindin işte.
Tuttun konuverdin gönlüme…

II.
Önce dışarısı ile birlikte uyuyorduk
Sonra aşığı olup birbirimizin…
Geceler dar
Gündüzler çok;
(artık dışarısı bizsiz de uyumaya alışmalı!)

III.
Şimdi işte.
Bunca kederin, hüznün, bitmişliğin ardından
Güzel günlerde tutulmuş bir not gibi
Tam unuttuğum anda
Çıksan karşıma.
Güzel günlere düşülmüş bir not….

IV.
Şimdi öylece çıkıp gidiyorsun işte
Biraz uçarı
Çokça zarif.
Şimdi öylece çıkıp gidiyorsun;
beni öldürerek.
İşte şimdi becerebilirsen
Yalnız kal şimdi işte!

V.
Başta sen vardın
Ya da ben öyle sanmıştım
Şimdi sen yoksun
Ve Senin kalbin başkasının ellerindeyken
benim ellerim tutabiliyor yokluğunu…

BAHADIR DÜLGER

(...)

Yırtık yapraklarda kaldı yazdıklarım.
Güneş yandı, yağmur ağladı
Bildiğim şarkıların sözlerini değiştirdim
Hüzne bulut ektim
Hayalimin,içinde uzandığı bir şişeydi;umut.
Alıp denize fırlattım,
Ölümü bekleyen küçük bedenleriyle yine de gülümseyen acı bebeklerini
Ömrüme kattım...
“SİLENCİO”

(...)

Uyudu, uyandı; uyuyamadı, uyandı, kısa ve dar rüyalar gördü; uyudu, yatağını unuttu.Çoktandır caymıştı da bu sefer bir başkaydı nedense! Küçük böcekleri vardı artık. İstediği; önce beynini parçalamak, sonrada yemek, sonra da bıçağı midesine saplayıpkendini uçurumdan aşağıya bırakmaktı. Korktu... sonradan hemen önce, ne kadar vazgeçtiyse o kadar, o kere vazgeçti. Herkesten fazla ne vermişti ki ya da aldığı herkesinkinden ne kadar azdı? ama.. Herkes de neydi? kendisinden başkaları ne kadar da gerilerde kalmıştı. Kimse yoktu.her şey, hiç kimseydi. Her şey yoktu! uzaktı.. evet, belki uzaktı ama yine de varolanlar olmalıydı. Aslında her şey onun anlayamadığı kadar vardı da.birileri birilerini özlüyor, başkaları diğerlerini acıtıyordu bir yerlerde. evet biliyordu. tanrı yoktuysa da tanrı olmayan vardı mutlaka. hayır kendi o kadar yakınındaydı ki, ne gidebilirdi artık ne de inanabilirdi başkalaşabileceğine.doğuştan kulakları karnındaydı onun,parmakları hiç beş tane olmadı.ruhu '' özürlüydü''. özürlerini insancıklara fısıldayıp denizlere attı. Beklemedi, bekletilmedi ya da bunların ıslaklığı vardı tırnaklarının arasında. oysa ki sevişmişti belki de,belkide hissetmek istediği vücutlar olmuştu hatırlamadığı zamanlarda.kendine seni seviyorumlar demişti acıyan,yabancı bakışlarla.suskundu.susmuşlardı. yalnızdı, az yalnızdı, çok yalnızdı...doğru yalnızlığı hiç bulamadı. peki şimdi? kimdi? neydi? neredeydi? kaçtı?..durması gerekenler vardı ve o zayıftı. öldürmek istemişti. şimdi, bu ayıp mıydı? Yoksa suç mu?
SIĞNA

...

İskemlelerden özellikle korkuyorum, çünkü biçimleri bir insan yokluğunu çağrıştırıyor.
EMİLE AJAR-YALAN ROMAN

(...)

…Yaşadığım bugünler gittikçe çoğalıyor ve ben büyüyorum. Artık tercihlerim değişiyor; kardan adam yerine etten adamla oyunlar oynamaya başladım. Sabahları kulağıma gelen kuş seslerinin bir anlamı kalmadı. Şimdi, yağmurdan eskisi gibi nefret etmiyorum. Dizlerimdeki yara izleri kayboldu ve gözyaşlarım kurutuldu.
Şimdi sadece üşüyorum; vazgeçtiklerim beni çıplak bıraktı. Düşlerim artık imkansız değil; çok uzakta… Yalnızlığım hiç olmadığı kadar çok! Kurtulmak istiyorum… Gücüm yok… Yardıma ihtiyacım var. İçinden çıktığım günü hatırla ve beni lütfen öldür anne..!

----------------------------------------------------

… Yarın, dün çöpte oyuncak arayan çocuk, kendini öldürecek ve sen yanından geçerken, hiçbir yere bakmayan gözleriyle sana sövecek… Sen, gözlerinden kaçıp, parmaklarının arasındaki şeyi göreceksin…
Elindeki kırık araba, seni daha az korkutacak… Siyah beyaz gökkuşağının altından geçen güvercinin burnundan akan kan, dünya üzerindeki en güzel morun üstüne damlayacak. Sen ‘insan’ olduğun için, içinde geç kalmış ve gereksiz bir pişmanlık hissedeceksin; ancak aslında orada olmadığında fark ettiğin çocuk, senin için şarkı söylüyor olacak. Ne kadar olmadığını anlatan bir şarkı… Sen her zamanki gibi onu duymayacaksın, onu öldüren körlüğü anlayamadan salakça bakacaksın. Göremediklerin, iki günlük bir bebeğin tutunamamasına sebep olacak ama sen bunu da göremeyeceksin…
… Yarın, dün çöpte oyuncak arayan çocuk, kendini öldürecek ve sen mezarına asla sahip olamadığı oyuncakları götüreceksin;
Hiçbir zaman oynamaması için…
"SIĞNA"

(...)

Yaşamım, düşlerim, özgürlüklerim, BEN… bu gün vazgeçiyorum hepinizden. Yolda görsek de birbirimizi, yabancı gibi geçelim, konuşturmayalım birbirimizi. Tüm toplumsal olgularınızı, sosyal yapınızı ve yalanlarınızı alın! Tek bir parça eşyanız kalmasın yaşamımda.
Bunca yıldır ezberleyip aklımda tuttuğum ‘ insan doğar, büyür, ölür’ yaşam süreci geçerliliğini kaybetti. Bu gün bu yaşam süreci ‘insan Türk, Amerikan, Arap, Kürt… doğar, büyürken çatışmada ölür’ ifadesinin geçerliliği tartışılamaz. ‘Bütün insanlık âdem ve havvadan gelmiştir.’ inancınıza ne oldu? Tüm değerleriniz gibi inançlarınız da kapitalizme yenik mi düştü de sizli bizli olduk tarih derslerinde. ‘Türkiye bir kültür mozaiğidir’ toplumsal cümlemiz, basın yayın organlarının
makinelerinden patlayan flaşlarla renklerini yitirdi. ‘Savaşa Hayır’ yürüyüşlerinizin ne anlamı vardı yanı başınızdaki 100 yıllık savaşı görmezden geldikten sonra? İnsanlık modern sanat galerine taşındı. Hiç mi canınız yanmadı ayakları çıplak çocuk fotoğraflarını alkışlarken modern sanat galerinde? Üstelik alkışladığınız çocuklar değil fotoğrafçıydı.
O kadar duyarlısınız ki bir bedel ödenmeliydi barış ve kardeşlik uğruna milyonlarca kişi sokağa dökülmeniz için(!?) ondandır ki pornografikti sevginiz…
"KITTA"

...

Lucas, arada sırada hindi gibi kabararak, bir şiir yumurtlar. Kimse şaşırmasın, yumurta ve şiir birbirine benzer, her ikisi de kaygan ve kırılgan olmalarına karşın serttir. JULİO CORTAZAR-LUCAS DİYE BİRİ

(...)

Her şeye rağmen çaktık kibriti kendimize
Eriyen damlalarımızla durabildik ayakta
Bu koskoca çay tabağında
Alevlerimiz büyüdükçe, biz küçüldük
Hatırlamak zordu gerçeği
Ama
Mumdan yapılmıştık biz
Yandık
Ve bittik
“ KİRLİ PİJAMA”

(...)

Bir tepenin üzerinde duruyorum. Yalnızlığımla
Beraber.buradan aşağıya bakınca her şey
Ne kadar da küçük; bakınca yukarı “her şey”
“ben”den büyük.
İniyorum aşağıya.
Tanıdığım birini görüyorum,
Birlikte yaşadığım şimdiki zamanı…
Onunla devam ediyorum yola,
Yalnızlığımı bırakarak.
Çünkü onun yalnızlığını alıyorum.
İkimizinde yalnızlığa ihtiyacı yok artık
Birbirimizden giriyoruz evrenden içeri…

“RUHSAL”

(...)

Miş-li geçmiş zaman hikayeleri anlattı bana.
Üst dudağı ince, alt dudağı ise daha kalındı.
Geçmiş zamanda yaşanmış küflenmiş yaşanmışlıkların, pis kokuları yayıldı odaya.
Bir kez daha, rolümü çok iyi oynadım ben.
Gözlerimin akordunu bozdun ve öyle çaldın bakışlarımı.
Erotik senaryolar oluşturdun beynimde, çıplak kadın bedenleri sundum, her sahnede ama
Hiçbir beden ben değildim.
Suflörü oynadım ben yine;
Çıplak bedenin, gölgesi oldum ya da ruhu.
Her sahnede, başka bir beden
ölmemi gerektirdi.
Başka bedenlerin ruhu oldum.
Ölürken canım çok yandı…

“ İSYANKAR DÜŞLER”

(...)

Bugünü yaşamayalım “kendim…”
Parçalayalım bütün aynaları.
Sonra,
Evdeki tüm kapıları kilitleyip,
Gizlenelim bir battaniyenin altına.
HAYIR
Kimseden değil korkum,
Yalnızca;
Geçmişin tırnaklarıyla oyulmuş
Yüzümden kaçıyorum!


“KÜLKEÇİSİ”

DAYAK

soyut ressam konuşsun isterim
sertifika isterim
190 yıllık yaşamıma


İlk çocuğunu doğururken öldü
gözümün hüznü
göz göze gelmemek isterim,

yola anahtar
resme damga
güne yargı…,,,
isterim


kötü şey naz
kötü
rahim atölyesi içinde
yalnızlığın toplumsav dayakları

ve ben
çoğu kez tablodan
akıp gitmek isterim

“ HIRSIZIN KÜLLÜĞÜ”

...

Bir gözden başka bir şey değilsin. Kocaman ve sabit bir göz, her şeyi gören, yığılan vücudunu olduğu kadar seni de, bakan bakılan senide gören, sanki yuvasında tamamen ters dönmüş de hiçbir şey demeden seni seyrediyormuş gibi, seni, senin içini, karanlık, boş, su yeşili, korkmuş, güçsüz içini. Sana bakıyor ve seni olduğun yere çiviliyor. Kendini görmeyi hep sürdürüceksin.. hiçbir şey yapamazsın, kendinden kaçamazsın, kendi bakışından kaçamazsın, hiçbir zaman bunu yapamayacaksın: Hiçbir sarsıntının, hiçbir seslenmenin, hiçbir yanığın seni uyandıramayacağı kadar derin uyumayı başarsan bile, bu göz hep olacak, senin gözün, hiç kapanmayacak, hiç uyumayacak olan gözün. Kendini görüyorsun, kendini gören kendini görüyorsun, sana bakan sana bakıyorsun. Uyansan bile görüntün aynı, değişmez kalacak. Kendine binlerce, milyarlarca gözkapağı eklemeyi başarsan bile, hala, arkada, seni görmek için bu göz olacak. Uyumuyorsun, ama uyku artık gelmeyecek. Uyanık değilsin ve hiç uyanmayacaksın. Ölü değilsin ve ölüm bile seni kurtaramayacak… GEORGES PEREC

(...)

-o da neyin nesiydi öyle?
-ne neydi?
-orda birisini gördüm gibi, daha çok bir çocuğa
benziyor gibiydi?
-hayal görüyor olmalısın, bu gezegende hayvanlardan
başka yürüyebilen bir şeyler yok, herhalde evini
özledin olsa gerek.
-belki de ama çok gerçekti.

gezegen yüzeyine inmiş olan keşif grubunun ilk
koluydular, gezegenin göreceli olarak tehlikesiz
oluşunun teyit edilmesinden sonra başka keşif
grupları da gezegenin keşfine katılmışlardı. uydularla
yapılan ilk araştırmalar gezegen yüzeyinde yaşayan
herhangi bir uygarlık ya da uygarlık kalıntısı
bulamamışlar, sonunda da kolonileştirilebilir yerlere
insanlı keşif gruplarının çıkartılması başlamıştı.

keşif grupları genellikle dünyadan seçilir ve oraya
yerleşecek insanlardan oluşurdu, başka kolonilere
gidenler artık hayatlarını orada sürdürmek
zorundaydılar, çünkü dünya nüfusu artışını korumakta
ve gereken yicek, enerji ve hammade miktarı her zaman
olduğu gibi kıtlığını korumaktaydı.

dünyaya bağlı olarak atanmış bir gezegen başkanı
tarafından yönetilen koloniciler uydu taraması ve yer
keşfi sonrası eğer bir uygarlık başlangıcı ya da
gezegenin tümüne yayılmış bir uygarlık bulursa iki
türlü hareket ederdi, uygarlığın başlangıcında olan
şanssız gezegenlere tümüyle el koyar ve haliyle ilkel
uygarlıklarda gökten inen tanrılara karşı tapmaya
herzaman hazır olduklarından pek fazla zorluk çıkarmaz
ve koloniciler sistemli olarak gezegene yayılır, yerli
halk tüm içtenliği ve gönüllülüğüyle köleleştirilirdi.
birazcık daha zor olan gezegenin tümüne yayılmış olan
uygarlıklarda ise sorun yine dallanıp ikiye
ayrılıyordu, gezegen kaynaklarının ne
kadar tüketilip tüketilmediğine göre varılırdı bu
sonuca, eğer gezegen kaynakları o gezegenin işgalini
karşılamayacak kadar tüketilmiş ise ticari bir ilişki
kurulup, gezegen dünya devletinin mandasına girer ve
dünya devletinin ihtiyacı olan malları karşılardı,
ayrıca bu malların karşılıkları ödenirdi, tabiki
gezegenin, sahiplerinden alınmamış olmasının
karşılığında verilen bedelle. ikinci ve eğlenceli olan
yolda işgal edilen gezegen, işgal eden dünya devletine
karşı koyabileceği gücü olmaması sonucu tamamıyla
işgal edenlerin piknikteki sinek
öldürme zevkini yaşatarak onurlarıyla öldürülür,
öldürülmeyenler veya teslim olanlar kadere karşı bir
boyun eğiş sergilerlerdi dış madenlerde, ufak bir
ayrıntı olarak kimi zamanlar ilkel uygarlıklar savaş
açma gibi gaflette bulunurlardı ancak dünya devletinin
hayal gücü sayesinde köle kaybı aza indirgenerek
sonuçlardı bu savaşlarda, bu da saldıranlara karşı
kullanılacak silahlarla olurdu, gürültülü silahların,
ışık saçan silahların, gözlere ve kulaklara şenlik,
gelişmemiş uygarlıklar üzerindeki etkileriyle
yapılırdı.

en son keşfedilen gezegen ise tam bir cevherdi,
üzerinde ne ilkel ne de gelişmiş her hangi bir
uygarlık yoktu, ya da en azından sosyal olma özelliği
taşıyan yerel hayvan topluluklarından başka, bu da
haliyle pek bir sorun teşkil etmezdi ve ne kadar
yenilebilir olduklarını kanıtlamaları da
gerekmekteydi, birde yırtıcıların ne kadar zor
avlanabilir olduklarını. gezegenin dünyaya
benzerliğide şaşırtıcı olmasının karşısında keşfin
daha hızlı yol almasına yardımcı olmuş ve neredeyse
dünyadan gelecek olanlar için hazırlanacak ilk
yerleşim yerlerinin kurulmasına başlanacaktı.

-hey yarın bir av partisine ne dersiniz çocuklar?
-bence harika olur, şu keşif işi hızlı ilerlemesine
rağmen sıkıcıymış, biraz eğlenmek çok iyi olur.
-bende varım, dünyadan gelecek olan çocuklarıma
anlatmaya değer birşeylerim olması gerekiyor.

geri kalan diğer beş kişinin o ya da bu sebeple, ya da
safi zevk için katılmasıyla sekiz kişilik bir av
partisi kurulmuş oldu. gerekli olan hazırlıkları
neredeyse tamamlamışlardı ve silah seçimi olarak da av
için uygun olmayan lazer silahlarını kullanmama kararı
aldılar, ancak sadece çok gerekli bir durum olursa
kullanacaklardı , bu işi eski gürültülü ve bol kanlı
olarak yapacaklardı.

yolculuğa sabahın erken saatlerinde başladılar ve
gidebildikleri kadar ormanın derinliklerine girdiler,
dört ya da kendileri olmadıkça iki ayaklı ne
görürlerse vuracaklardı eğer kürke benzer bir şeyleri
varsa ve becerebilirlerse alabildiklerini alacaklardı.

-şşşşt! sessiz olun, diye fısıldayabildiğ i kadar
fısıldadı.
-yanıt da bir fısıltı şeklinde geldi, ne gördün? işe
yarar mı?
-yo işe yaramaz bir şey ama keşif sırasında bizi hep
rahatsız eden ve malzemelerimizi çalan o maymunlardan
gördüm ve bela nasıl olurmuş bir iki
tanesine göstereyim.
-evet iyi fikir, oldukça can sıkıcıydılar ve
yakalanamama gibi yetenekleri son derece can
sıkıcıydı, nerede gördün?
-şu ilerideki sarmaşıklı ağacın yanındaki uzun ağacın
üzerinde.

orada ağacın üzerine tünemiş olan maymun yüksekçe bir
dalın üstüne oturmuş elindeki yaprak gibi birşeyi
kemiriyor, her kemirişinden sonrada bir sağa bir sola
sallanıyordu, ilgisiz, dikkatsiz, sallanıyor.
adamlardan biri silahını hedefine doğrulttu ve
yaratığın kafasına değru nişan aldı eğer anı olarak
alınabilecek bir kürkü varsa zarar gelmemesi için,
tetiğe basılmasıyla maymunun yere düşmeye başlaması
neredeyse eş zamanlı denilebilirdi, adam iyi
nişancıymış, maymun yere düşerken kafasının yarısı
yoktu ve akan kırmızı kanı onlara tam bir av partisi
tadı vereceğini gösteriyordu.

maymunu incelemeye geldiklerinde düştüğü yükseklik
sonucu ve kafasının üstüne doğru düşmesi bedenini
şekilsiz hale getirmişti, ve alabildiğine
iğrenç görünüyordu, kirli iğrenç bir et yığınına
benziyen bir görüntü, görünüşe bakılırsa bir kürkü
yoktu ancak kürk yerine geçecek kadar kir
birikmişti üstüne, bunun avcılara verdiği tatmin yok
denecek azdı, oysa elle tutulur bir şeyler umuyorlardı
ve pek de sportmence olmamıştı.

avcıların maymunun düştüğü yüksekliğe bakan merak dolu
gözleri, aşağıya bakan daha çok meraklı ve korkmuş
gözlerle karşılaştı, işte bu sportmence
olabilirdi, avcılardan birisinin hayavaya açtığı
rastgele bir ateş sonucu maymun sürüsü bağırışmaya ve
kaçmaya başladılar bu da avcıların harekete
geçmesine sebep oldu ve kovalamaca başlamış ve gerçek
bir av zevkine ulaşma şansı ortaya çıkmıştı. maymunlar
ağaçtan ağaca atlayarak ya da ağaçlar arasındaki
sarmaşıklar yardımıyla gayet çevik bir şekilde
kaçabildikleri kadar hızlı kaçıyor ancak bu avcıların
onları vurabilecekleri kadar çok vurabilmelerine engel
olmuyordu, birer birer avlanan sürüden arta kalan,
sayabildikleri kadarıyla beş kadar maymundu, ve
avcılarda yavaş yavaş avın sonuna geldiklerini
düşünmeye başlamışlardı en azından son bir tane daha
vurma zevkine erene kadar, maymunlar yorulmuş,
yaşalamışlardı keza avcılarda öyle ancak tüfeği
kaldırmaya ve o son atış için mecalleri hayli hayli
kalmıştı, avcılardan bir tanesi tüfeğini doğrulttu,
ayakları yere sabitlenmiş, nişan almış, nefesini
ayarlamış ve tetiği hissetmeye başlamıştı, uygun an
geldiğinde o kısacık sürede maymunlardan birsi
herhalde kaçabilme şanslarının ne kadar kaldığını
görme umuduyla arkasına baktığı zaman o uzun
çubuklardan birisinin hemen arkasından gelmekte
olana yöneltilmiş olduğunu görmüş, tetiğin
çekilmesinden az bir süre önce durduğu daldan arkadaki
olanın dalına atlamış ancak kurtulmaya yetecek kadar
önce atlamamış olması sonucu ikiside vurulmuşlardı.

-hey, bu maymunlar herhalde senin mermilerini çok
seviyor olmalılar! kaç tane oldu benim skorumu geçtin
değili mi?
-sanırım öyle oldu, bu son ikisiyle benden yedi tane
çıkıyor?
-kahretsin, gerçekten bu maymunlar senin mermilerinin
üstüne atlıyorlar ve sende, ben vurdum diyorsun!

kahkalarla verilen cevaplar av partisinin sonun
geldiğini belirtmiş ve artık kampa doğru geri dönüş
yolculuğu başlamış, kovalamaca sonucu epey
uzaklaşmışlardı ve bu uzaklık başlarda avın seyri
üzerine yapılan sohbetlerden ve keşif anılarının ters
yüz edilmesinden, dünyadan gelecek olan ailelerine
doğru kaymıştı ve hüzünlü hayallerle, tekrar
karşılaşmayı beklemenin heyecanı ve sonrasında sahip
olacakları hasret gidermenin mutluluğunun düşünceleri,
kamp yolunun uzun mesafesinin katedilmesine harcanan
saatlerin sadece birkaç göz kırpmasına indirgemişti.

aradan geçen bir kaç yılda tüm ilk yerleşkeler
hazırlanmış ve dünyadan gelen koloni gemileri
inmişler, keşif grubundakiler ailelerini karşılamak
için meydanlarda toplanmışlar, ilk yerleşecek olan
otuz bölgede de aynı heyecanlı bekleyiş ve
karşılaşmanın verdiği aynı coşku, sıcak sarılmalar ve
sevgi dolu öpüşler, yaşaran gözler ve haykırışlar. o
günün çoşkusuna her yeni kurulan kolonide yapıldığı
üzere ilk kolonileşmede yapılmış olan o eski dünya

devleti başkanın meşhur konuşması yayınlanmaktaydı ,
bunu neredeyse herkes ezbere biliyordu ve
konuşmadaki coşkuyu herzaman hissediyorlardı
özellikler konuşmanın sonundaki 'herşey çocuklarımız
için' cümlesinden sonra.

o gece diğer tüm tekrar birleşmiş ailelerde olduğu
gibi, av partisine katılmış olanlardan birsi de
karısıyla pek çok defalar sikişmiş ve uykuya
dalmıştı, ancak uzun süre özlenmiş birisle sikiş
sonrası uykunun vereceği huzur yerine bir kabus
görmüştü ve gün şafakla aydınlığa kavuşmadan önce
ter içinde, tedirginlikle uyanmıştı, bu tedirginlik
kadının da uyanmasına sebep olmuştu.

-ne oldu tatlım?
-sadece bir kabus o kadar.
-kabus mu? benimle, uzun süre sonra bir geceden sonra
bir kabus mu?
-ah, sevgilim sensiz o kadar uzun süre kaldım ki,
seninle öyle bir geceden sonra bunun bir rüya olduğunu
zannetim ve sensiz kalmanın kabusuydu bu gördüğüm.

adamın iki yüzlü dudakları kadının tekrar canlanmış
dudaklarıyla buluştu, tedirginlikle uyanan adamın
gerginliği onu daha bir sertleştirmiş ve şafağı
karşılarlarken daha satirik bir sikişle orgazma
ulaştılar ve sabahın ilk ışıklarıyla adam artık
yorgunluğun kütüksü uykusuna teslim oldu.

adam elbette yalan söylemişti, gördüğü kabus da
değildi tümüyle gerçekti sadece, o, bilinç altından
tekrar yüzeye çıkan bastırılmışlıktı, karısına
ve hiç kimseye söylemediği, ama yerel türler üzerine
araştırma yapan bilim adamlarıyla kaçamak konuşmalar
dışında bahsettiği ki bu bahsettikleri de
çarpıtılmışlardı çünkü gördüğü şey şuydu;

av partisinden bir hafta sonra, dinlenme gününde
ormana doğru bir yürüş yapmaya çıkmıştı, tek başına
gitmesine izin verilmişti çünkü oralarda
kara yırtıcılarıyla karşılaşmamışlardı ve
tahminlerince kara yırtıcaları ormanları tercih
etmiyorlardı, daha çok açık alanlarda yaşıyorlardı,
böylece tedbiri elden bırakmaması sonucu belirli bir
mesafeye kadar gezinebileceğ i iznini almıştı ancak
izin, kurulan hayallerle unutlmuş, gidilen yollar
uzamıştı, vardığı yer ise avın sona erdiği yerdi,
fakat kendisi farkında değildi, bir kaç gün öncesi
yağmur yağmıştı ve ormanın ve toprağın kokusunun

çekiciliğiyle mest olmuş bir halde giderken dikkatini
ayağa benzer bir şey çekti, kendisi ağacın arkasına
doğru kalıyordu ve ağacın önüe doğru geçmeye başladı,
gördüğü şey gerçekten bir ayaktı, ufak bir ayak ve
hemen arkasından onun eşi olan diğer ayak, ağacın
diğer tarafına geçtiğinde gördüğü manzara ise yere
oturmuş iki çocuktu, birisi sırtını ağaca vermiş
bacaklarını yere uzatmış şekilde başı sağa doğru
düşmüş, diğeri ise sırtı ağaca yaslı olanın sol omzuna
yüzünün sağıyla yaslanmış dizleri üstünde sağ kolu sol
kolu altına sıkıştırmış şekildeydi,
uyur biçimde görünüyorlardı, çocuklar çıplaktı ve
biraz soluk görünüyorlardı, adamın kendisinin
dikkatini sonradan çekmiş olan bir siyah nokta
vardı ağaca yaslanmış olanın sol göğsünün hemen
altında, pek büyük görünmüyordu, adamın kendisi kafası
diğerinin omzuna yaslı olan çocuğun omzuna
dokunmak için temkinli temkinli kolunu uzattı, hafifçe
çocuğun omzuna dokundu ve buz gibi soğuktu, adamın
kolundan bütün bedenine doğru bir karıncalanma
yayıldı, her yanını kapladı, sarsılırcasına titredi ve
telaşa kapıldı ve koşmaya başladı, aslında kaçmaya
başladı, çünkü çocuğun omzuna dokunduğunda diğer
çocukta da bir siyah nokta olduğunu gördü ve aklına
avın sonu geldi, ve koşabildiği kadar koştu
bilinçsizce, koştukça kafasından silindiler, sanki o
gün pek fazla gezintiye çıkmamış gibi oldu, toprağın
ve ormanın kokusuna kaptırdı tekrar kendisini.

aradan geçen uzun bir süreden sonra, yerel türler
üzerine araştırma yapan bilimadamları yla yaptığı pek
sık olmayan konuşmalarda, bu gezegende yaşayan
maymunumsu canlılar hakkında sorular sordu, bilim
adamları öyle canlılarla karşılaşmamışlardı , bu adamı
biraz olsun hafifletmişti, zaten onlar çocuk olamazdı
diyordu kimi gecelerde kendi kendisine, nasıl
olabilirlerdi ki, maymunların hepsi neredeyse aynı
boyutlardaydı lar ve ebeveyn diye bir şeyi
olmadan iki bacaklılar pek yaşayamazdı ve sürüngen de
değillerdi, en son gece şöyle dedi; her halde bir
hayaldi, evet evet kesinlikle öyleydi, öyleydi...

"TIRTIL"

...

Abartıdan yana olan, çirkin veya olumsuz bir uyumdu aşk. Hala ateşi bulamamış insanların gözlerindeki tedbirsizliğin karmaşası, dudaklarındaki vahşi at sürücülerinin büyüleyiciliğiydi. Lacivert bir kanaviçeyi andıran denizin –ki herhangi bir geceleyişti- usul usul kıpırdanışıydı aşk. Havanın suya deyişindeki akıntılı esindi. Anlamlı bir bulantıydı.
Düşüncenin ebe olduğu bir saklambaç oyununda, vücudun karanlık oyuklarına dağılmış, duyularının peşine düşmüş, yaşlı ama atletik bir babanın dramatik, abuk sabuk portresini çizerdi. Taştan yontulmuş kafatasına tutkularla tutturulmuş sırça etlerle oluşan yüz! Dişi bir elmacık kemiği ve iletişimsiz, iri, peltek bir dil! Ne büyük libidoydu o. Aşk yarım bırakılırken sakat kalma tehlikesi taşıyan gizemli bir doyum anıydı. Ortalıkta çırılçıplak dolaştığı halde kimsenin el süremediği, buna cesaret bile edemediği taze bir orospu!
KÜÇÜK İSKENDER-666

EVETHAKLIYDIMMASUMDEĞİLDİKBİZ



Bütün özyıkımların anısına


Nesnelerin görüntüsü canımı yakıyordu… Gözüm acıyordu, gözüm sulanıyordu, gözüm kızarıyordu ve bütün görüntüler git gide mevzu bahis edilemeyen bir bulanıklığa teslim oluyordu… Bütün görüntüler bana teslim oluyordu…

* * *
Bir gece bir rüyaya uyanıyorum. Gökyüzünün ortasındayım İki elimle sıkı sıkı yapıştığım bir mağara ağzı ve ben… Saçlarım dâhil bütün tüylerinden arınmış çıplak bedenim başını ve dibini kestiremediğim bu boşluğun herhangi bir yerinde aşağı doğru salınarak düşmemek için bütün ağılığını kaya parçalarının kestiği kana bulanmış ellerime yüklüyor. Buraya nasıl geldiğimi, gökyüzünde asılı duran bu kara deliğin içinde ne olduğunu hatırlamıyorum. Sonra bu inin içinden bazı sesler duyuyorum, ağlama seslerini zorlantılı soluklar takip ediyor, sonra yine acı hıçkırıklar… Tam bu sesler yabancı olmadığım sesler diye düşünürken, bir kadının suratını görür gibi oluyorum başımın hemen üstünde, mağaranın girişinde. Bu yüz, bu annemin yüzü.
— anne!
Beni duymuyor
— anne benim oğlun, ne olur kurtar beni… Diye bütün gücümle bağırıyorum
Cevap vermiyor, yanaklarında kuruyan gözyaşları ve bir gerilen bir gevşeyen yüzü çok genç görünüyor, sanki aile albümümüzde benim olmadığım fotoğraflardaki gibi.
—anne canım çok acıyor, yardım et bana…
Nafile… Gücümün tükendiğini hissediyorum, kollarımın bedenimin ağırlına tahammülü kalmıyor artık. Bu arada annem karanlığın içine saklanmış ellerini çıkarıp gözyaşlarını siliyor sonra hafif ve tatlı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyor. Umutlanıyorum, gözyaşları içerisinde, ben de gülümsemesine karşılık vermeye çalışıyorum. Daha sonra o, ellerini yüzünden ayırıp, acıdan sızlayan ellerime götürüyor.
—ha gayret anne diyorum o ellerime dokunurken
Oysa o beni duymazdan gelip ellerimi çözmeye başlıyor…
Aşağıya düşerken annemin derin bir “oh” çektiğini duyuyorum
Düşüyorum, hızıma hız katarak, sis katmanlarını delerek… Düşüyorum.
Üşüyorum, çıplaklığımı hoyratça tokatlayan rüzgârdan korunmak için bin bir güçlükle dizlerimi karnıma doğru çekip, kollarımı omuzlarıma sarıyorum ellerimdeki acının ve yaranın kanlarla birlikte yok olup gittiğini görüyorum. Isınmak için ellerimi vücudumda gezdirirken, yavaş yavaş uç veren tüylere rastlıyorum, dokundukça uzadıklarını sertleştiklerini, saçlarımla sakallarımın birbirine girdiğini hissedebiliyorum….
—Tanrım çıldırmak üzereyim, nedir bütün bunlar, nasıl bir düşüş nasıl bir gerçeklik bu…
Sabrım tükeniyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan “son… Elbette bir sonu olmalı bu düşüşün.” Diye mırıldanıyorum. Şu anda ölüme bile razıyım…
Zaman düşüşüme düşüş ekleyerek ilerlerken, ağlamaktan ve rüzgârdan sırılsıklam olmuş gözlerimi gözkapakları bile koruyamıyor artık, tam gözlerim karanlığa gömülürken sislerin
altındaki zemini fark ediyorum belli belirsiz… Ölüme hazırım diyorum, hem de hiç olmadığı kadar, yeter ki bu acı son bulsun .
Karanlık… Düştüğüm yerde sırt üstü yatarken, parmak uçlarımdan kafa derime kadar ağır bir yanma, yapışma hissediyorum bu da bana ölmediğimi belki de bir kâbusun içinde olabileceğimi hatırlatıyor. Üzerinde uzandığım sert ve pütürlü zeminse düştüğüm yerin yatağım olmadığını ve hala uyanamadığımı. Gözümü açmaya çalışırken aynı yanma hissini gözlerimde hissediyorum, birkaç saniye hiçbir şey göremiyorum sadece siyahtan sarıya kayan bir körlük… Sonra gözlerimi kıstığımda tam karşımda boşlukta asılı duran aynayı fark ediyorum, hemen hemen benim boyumda, kenarları kırıklarla bezenmiş ayna, çok daha büyük bir yapının bir parçasıymış da oradan sökülüp alınmış gibi bir izlenim bırakıyor bende. Başımı hafifçe havaya kaldırıp etrafa bakınıyorum, bu hareketle beraber boynumda ve başımdaki yanmanın yere yapışıp kalmış gibi bir anda yok olduğunu hissediyorum. Ama umursamıyorum nerede olduğumu bilmek nedense beni daha çok ilgilendiriyor çıplak bedenimin altından kıvrıla kıvrıla güneşe doğru akan bir asfalt yol ve onu bütün ıssızlığıyla çevreleyen bozkır da bu yansıtıcıyla beraber buranın dekorunu tamamlıyorlar. Hiçbir şey anlamıyorum. Ama içimden bir ses bunun bir kâbus olduğunu söylüyor, sadece kötü bir rüya, yatığın yerde kal ve hareket etmeden uyanmayı bekle… Ama bedenimdeki yanma geçen her saniyede yanına muazzam bir merak duygusunu da alarak beni hareket etmeye zorluyor.
Son bir gayretle avuç içlerimi asfalta yaslayarak, kıçımın üzerinde doğruluyorum… Yine aynı şey… Bedenimin diklemesine duran arka kısmındaki acı bir anda silinip gidiyor…
Başımı arkaya çevirip, asfalta yapışmış deri parçalarını görünce, korku ve hayretle beraber gözlerim yine ıslanmaya başlıyor. Avuçlarımı gökyüzünü vererek tanrıya yalvarmaya başlıyorum…
- kahretsin uyandır beni…!
Dizlerimin üstüne yığılıp, çaresizlik içinde aynada ki görüntüme karşılaşıyorum.
Benden tamamıyla sıyrılıp asfaltın üzerinde eriyip giden yumuşak zırhımın altındaki gerçek görüntümle…
Birbirine yamanmış esmer, kumral deri parçaları, kıvırcıktan, düze, düzden dalgalı bir görüntüye kayan saçlar, rengi anlaşılamayan alaca gözler…
bir an için bu kötü frankeştayn taklidinin ben olup olmadığımdan emin olmak için ayağa kalkıyorum, bir kendime, bir aynadaki yansıya bakıyorum…
yararı yok, burada ne beni taklit eden bir yansı var, ne de bir oyun…
avazım çıktığı kadar bağırıyorum, sesime tek bir anlamlı kelime bile eklemeden, çünkü şu anda ne tutunabileceğim bir anlam var ne de tutunabilecek bir ben…

* * *
Bir sokağın ortasındayım; iki yanında gri ve devasa boyuttaki binaların sıralandığı boş bir sokak… Görüntüyü çeken siyah beyaz çekmiş olmalı ya da algılayan öyle algılıyor. Yere tükürüyorum ve sonra asfaltın üzerine yapışmış sıvıyı iskarpinimin ucuyla dağıtıyorum. Bir süre sonra bütün sokağı su basıyor (belki de bütün şehri) hayır su değil tükürük basıyor… kendi balgamımda boğulacağımı biliyorum… Bütün şehirde ölecek olan bir tek ben varım…
* * *
Bilgisayarın tuşlarına dokunuyorum… bir sorgu odasında, başımın üstünde gözlerimi acıtan bir tepe lambasının ışığı olduğu halde; bilgisayarın tuşlarına dokunuyorum. Karşımdaki ekranda beyaz bir çubuk beliriyor. Yazılar beklememi söylüyor, bekliyorum. Bir yandan da
burnumu kurcalıyorum. Bağlanıyor diyor ve beyaz çubuğun içini siyah bir çizgi dolduruyor yavaş yavaş. Bağlanıyor bağlanıyor bağlanıyor. Önce sol ayağımı sandalyenin ayağına
mıhlayan halatın kıllı yüzeyini ayrımsıyorum. Bağlanıyor… Ardından sağ ayağım… bağlanıyor… sol elim… Bağlanıyor… Sağ elim… Bağlanıyor… En son boynum… siyah çizgi beyaz çubuğu doldurup da, ekranda bağlandı yazısı çıkınca yüzüme uyuşmuş bir gülümseme yayılıyor. BAĞLANDI!

* * *
Benim mi dudaklarının üzerinde gezinen eller, az önce içini dolduran, canın yakan, hazzın çivisi? Ben miyim dokunduğundan korkan ve durmadan ona dönüşen?
Sırtı sırtıma dayanmıştı, neredeyse birbirine değecekti bacaklarımızın arasına alıp bedenimizle üstüne abandığımız ellerimiz…
… Yanımdan kalktı ve ben neden sırtımın üşüdüğünü merak edinceye kadar yatağın çaprazındaki koltuğa oturdu… Çıplaktı ve az önceki boğuşmamızdan ıslak izler taşıyordu. Yerçekiminin üstünde duran memelerini, güçsüz ve kestane rengi, kıvırcık saçlarının arkasına gizlemeye çalıştığı narin omuzlarını seyre daldım bir süre, yüzünü gözlerimden sakınarak…
Koltuğun yanı başındaki sigara paketine ve kibrite uzandı… Acemi hareketlerle tutuşturdu sigarasının ucunu, yine aynı acemi hareketlerle, neredeyse bütün bir filtreyi emerek sigarayı sömüren ağzıyla saklamayı çalıştı gözümün önündeki incinmiş çocuğu…
Kelimelerin zaman ve azman aşımına uğradığı anlar vardır: yüzümüzdeki bütün alçıların döküldüğü bu anlarda, o alçının içinde uyuyan ‘zavallı’ ifadelerin birbiriyle buluşmasına izin verir, dilimize yapışan gri kelimeleri diğer olağanlıklar için saklarız:
Boğazımdan öksürüğe benzeyen hafif bir hırıltı çıkarıp, başımı hızlıca havaya kaldırdım… O da gözlerimin içine bakarak sağa sola salladı kafasını, bunu yaparken ağzının bir kenarı, kırpmakta olduğu sağ gözünün altına dek gitti geldi…
Bunun üzerine ben de sanki parmaklarımın ucunda bir sigara varmışçasına, işaret parmağımla orta parmağım arasındaki boşluğu dudaklarıma vurdum hafifçe…
Anladı, ifadesiz bulduğum yüzüne bir anlam katma gereği duymadan kibriti ve sigarayı fırlattı yatağa doğru…
Kurumuş ağzımın içine doldurduğum sigara dumanının damağımda bıraktığı ilaç acılığını, kendime bahane ederek kalkmaya giriştim…
…sigaramı, yarım bırakılmış biralardan birinin içine atıp… Közün ılık biranın içinde nasıl çıtırdadığına dikkate almadan ayağa kalktım...
Işık hızıyla giyinip dış kapının önüne geldiğimde onun sesini duydum:
- duş almayacak mısın …?
Bu kelimeler kapanan kapının gürültüsüne karışırken… Ben merdivenleri üçer beşer iniyordum…
Kaldıkça katılaşıyor, gittikçe eksiliyordum ve hiç durmadan gidip geliyordum, bir kulağımla diğer kulağım arasında…
* * *

Bedenlerin üzerindeki kilitleri sökmüşler, küçük bir odaya doluşmuşlardı ve odayla beraber aşka dönüşmüşlerdi…
Arzunun nefesi tükenmeyen bir kısrak gibi üzerinde koştuğu bedenlerden biri yavaş yavaş kendini çekiyordu. Kendini bir kor gibi yanan ıslak tenler yumağından çıkarıp, ağır ağır ayağa kalktığında, buz gibi duvarı ayrımsadı sırtında. Gözlerinin üzerindeki siyah bandı çekti ve el
yordamıyla arandı… Sobaya ulaştı… İnlemeler, hıçkırıklar ve hırsla birbirini takip eden solukların eşliğinde sobanın düğmesini çevirdi…
Odanın içini hızlı bir şekilde dolduran gaza direnmediler… Dudaklar son bir kez öpmek için bir tene yapıştı, eller ıslak ve gergin bedenlerin üzerinde son yolculuklarına çıktılar…
Ağırlaşan başlar, başka bir bedenin üzerinde ılık bir uykuya daldı…
Onlar kendi çizdikleri kaderlerin kurbanıydılar. Hiç kimse mektup bırakmadı, kimseye son bir
şey söylenmedi… Yalnızca birbirlerine geçmiş bedenlerini bıraktılar sabaha ve hayata…
EN İYİMSER VEDAYDI ASLINDA BU..!

* * *

İçkiyi çok kaçırıyorum… Evet, şu anda içkiyi çok kaçırmakla uğraşıyorum. Hoş genelde de başka bir uğraşım olduğu söylenemez. Kısır, korkak ve yalnız bir hayat, içkilerin rengi bir olana dek içmeden çekilmez sanıyorum.
Bir bardayım; küçük bir bar. Karşımda çirkin ve yaşlı bir barmen ve yanımdaki taburelere sıralanmış 3 5 kopuk…
Rakı içiyorum rakı hala beyaz, anlaşılan henüz nesneleri saydamlaştıracak kadar içmemişim… Peki, bir süredir yanımdan bana doğru yaklaştığını hissettiğim soğuğa ne demeli? Kafamı kapının olduğu tarafa çevirip baktığımda erimekte olan devasa bir buzul kütlesinin üstünde oturmuş bir kutup ayısının, süzülerek bana doğru yaklaştığını görüyorum. Şaşırmıyorum, sanırım barın diğer sakinleri de öyle… Ama o biraz şaşkın, biraz da hüzünlü bakıyor sanki bana. İyice yanıma yaklaşıyor, kötü kokan soluğu ve soğuğu katiyen hariç değil. Sonra kulağıma eğilip:
—çok içiyorsun, diye fısıldıyor
—bu seni ilgilendirmez, diye tersliyorum ve ekliyorum:
—hem sen ve buzulun defolup gidin çok üşüyorum ve ağzının kokusu midemi bulandırıyor.
—bence hava çok sıcak diyor; alnından sicim gibi akan teri silerken.
O yüzüme sizin yüzünüzden der gibi bakarken, ben aldırmaz bir tavırla :
—rahat bırak beni, diyorum
Bu sırada ikimizin de tüylerini ürperten bir kükreme duyuyorum; yaşlı barmen ağzını sıkıca kavradığı viski şişesini tehditkâr biçimde ayıya doğru sallıyor ve ağzından köpükler saçarak küfrediyor:
— ulan amına koyduğumun çocuğu, kaç defa söyledim sana buraya gelip de müşterilerin kafasını sikme, diyor
Ayı sıkıntılı bir uysallıkla başını eğiyor, sonra bakışlarını yüzüme çevirerek yardım dileniyor ya da bana öyle geliyor. Ona acıyorum, tam elimi başına götürüp onu teselli etmeye karar vermişken, başımın üstünden geçen vızıltıyla irkiliyorum. Bakışlarımı o yana çevirdiğimde, ayının yüzünde patlayan viski şişensinin yere dağılmakta olduğunu görüyorum. bir de kanlı bi yüz; ayının yüzü.
Eyvah, diyorum kendi kendime. Şimdi kızacak ve hepimizi parçalayacak. Ayaklarımı barın taburesinden zemine indirip kaçmaya hazır, tetikte bekliyorum. Oysa o yine kızmıyor, birkaç adım geriye çekilip içinde hiçbir hınç taşımayan kocaman gözlerle küçümser küçümser bizi süzüyor. Barmense hala küfrediyor. Şimdi kızma sırası bende, ne olursa olsun böyle bir haksızlığı kaldıramam. Barmene doğru dönüp hiçbir şey söylemeden önümdeki rakı kadehini kafasına doğru fırlatıyorum. O daha burnunun üstünde patlayan kadehin acısını duymadan barı aşıp yakasına yapışıyorum. Bu aradaki barın diğer sakinleri üstüme çullanıyor. Yumruklar, tekmeler ve küfürlerin arasında barmenin yakasını bırakıp yüzümü kollamaya çalışıyorum.
Neyse ki ayı yardımıma yetişiyor ve iki çevik ve güçlü kol hareketiyle onları savurup, beni bu hengâmenin içinden çekip alıyor.
Onun sırtında dışarı çıkıyorum. Beni bir duvarın kenarına bırakıp nasıl olduğumu soruyor, iyiyim diyorum. Ama değilim içimde bitmek bilmeyen bir öfke var. Sakin olma mı öğütlüyor. Yatışmam için patisiyle yüzümdeki kanları siliyor. Biraz sakinleşiyorum. Bütün görüşümü kapatan öfke hafiflemeye başlayınca, onu daha bir berrak görüyorum… O hüzünlü doğallığını o an kavrıyorum, bizimle onun arasındaki fark, belki de aynılık bu; o sadece yaşamaya çalışıyor; biz araçlarla ve bitmek bilmeyen hırsımızla kendimizi ve onun hayatını mahvetmeye çalışırken.
Duruyorum ve git gide eriyen buzulunun üstünde bana da yer olup olmadığını soruyorum. Gülümsüyor ve bir el işareti yapıp buzulunda bana yer açıyor… Bende yanına atlayıp boynuna sarılıyorum
Gidiyoruz sokakların ve şehirlerin sahte bir şenlik havasıyla parıldayan ışıklarını geride bırakarak denizin üstünde süzülüyoruz. Bir ara dönüp, hala bir insan olmanın zaafıyla soruyorum:
— niye barmene sana yaptığı şeylerin hesabını sormadın? Sırıtarak ekliyorum
— yoksa Mevlevi ya da Budist falan mısın?
Önce gülümseyip sonra derin bir nefes alıyor
—ayıyım ben, sadece bir ayı…
Ona daha bir sıkı sarılıyorum ve başımı kalın tüylerinin arasına saklamanın keyfini sürerken
O:
—Ayrıca coca cola çok boktan bir içecek istersen git penguenlere de sor…

* * *

Yine biri öldürülecek ve ben bunun cezasını kendime keseceğim… Yeşil bir maymun ağzımın içini kurşunla dolduruyor. Yüzünde pis bir sırıtkanlık bitmek bilmez bir hınç. “İhanet bu” diyorum. “Doğanın rengine ihanet”… Beni, sana dokunmaktan alıkoyan bir şeyler var. Bir koku: etrafımı kuşatan, elimi tenine götürdüğüm de daha da ağırlaşan… Kanlı, çürümüş et parçaları gibi… Aynalara bakmıyorum, çünkü sizlerin ötekine attığınız her bir neşter parçası benimde yüzümü parçalıyor. Sizin yaralarınızla dolaşıyorum, açlıktan ölen çocuklarınızla, mermi izlerinizle… İz demişken…Bir gün beni terk edenlerden biri siyah bluzumun üstündeki beyaz lekeleri gösterip, “herkesin içinde böyle dolaşmak canını sıkmıyor mu?” diye sormuştu ona dönüp, “ bir aşkın izlerini üstümde taşımak hoşuma gider” demiştim bana “ha?” dedi. ben de “siktir et” dedim. O da siktir etti zaten ve ertesi gün beni terk etti.


Hey Ajar, hey tırnak çakısı, hey piton yılanı biliyordum istemezdin ama paylaşmak isterim deliliğini senin kadar hızlı kaçabilseydim eğer…
EVETHAKLIYDIMMASUMDEĞİLİDİKBİZ

"KÜLKEÇİSİ"