21.11.08

YÜRÜ İŞTE...GÖZÜN ALABİLDİĞİNE ÇÖL, GÖZÜN ALABİLDİĞİNE GÖKYÜZÜ...

İnsanlar vardır kendi iç dünyalarına dalmayı sever, eylemden hoşlanmazlar, ama öyle bir an gelir ki gizemli ve bilinmeyen bir iç tepkiyle, kendilerinin bile kendilerinden ummadıkları bir hızla davranırlar. İç sıkıntısından ve düş gücünden doğan bir enerjidir bu. Ve bu enerjiye sahip kimseler söylediğim gibi en uyuşuk, en hayalci varlıklardır.
CHARLES BAUDELAIRE


… Çift kanatlı büyük ahşap kapıyı açtın ve taşradaki bir başka istasyonun bekleme salonuna girdin. Dar, resmi ve sıcaktı salon. Gişeye doğru ilerledin. Çirkin, suratsız bir kadından, az önce gitmeye karar verdiğin yer için bilet istedin. Biletini aldın ve önce çantanı ardından da soğuktan ve yorgunluktan yıpranmış bedenini en yakınındaki sıraya bıraktın. Kendini bırakır bırakmaz gözlerin kapandı… Hiçbir şey düşünmemeye çalışarak ve aynı anda yüzlerce karenin gözlerinin önüne hücum etmesine de engel olamadan uyumaya çalıştın…
Uyku yok… Tedirginlik, yabancılık ve yalnızlıktan başka hiçbir şey yok. Yola çıkalı neredeyse iki ay oluyor. Otostop çektin, trenlere bindin. Yol kenarlarında, parklarda, garlarda bazen de eski arkadaşlarında kaldın. En az üç kez dayak yedin, tacize uğradın, zaman zaman mutlu da oldun; yeni insanlar tanıdın, bol bol şarap içtin, gittiğin her kentte bir esrarkeşle tanıştın ve yolculuğuna duman efekti kattın. Birkaç kızla seviştin ve sabahına varmadan apar topar terk ettin onları. Ama şimdi paran ve belki de gücün de bitti. Buna rağmen cebindeki son parayı, az önce, dönmen “gereken” kentin aksi istikametinde bulunan bir yere gitmek için harcadın. Başka paran yoktu ve bulabileceğin kanalların hepsi tıkanmıştı. Ailen okulu bıraktığını anlamış ve geri dönersin umuduyla her ay banka hesabına yatırdıkları parayı kesmişlerdi. Borç istemeye niyetlendiğin veya çalıştığın akrabaların ve arkadaşların telefonda senin sesini duyunca aldırmıyorlardı artık. Bedeninde ve ruhunda yol boyunca açılan küçük delikler genişlemeye başlamıştı. O kentteki öğrenci odasını, yatağını ve kitaplarını özlemeye başlamıştın. Hücren seni ortalama bir konformizmle, birkaç arkadaşla ve sıcak bir yatakla kandırmaya çalışıyordu. Sinsi bir düşman gibi benliğine sızmak, seni ele geçirmek, seni içime almak değil, seni kendisi olmaya çağırıyordu. En kötü anlarında “pişmanlık pişmanlık” diye haykırıyor, en zayıf anlarında hiçlik şekline bürünüyordu. Ondan kaçamayacağını biliyordun ve ona tekrar dön(üş)mek istemediğini de…
Sıkıldın ve gözlerini açtın. bir sigara yakmak için paltonun ceplerini yokladın. Başka birisine aldırdığın sigarayı ve çakmağı buldun. Sigaranı yaktın ve etrafı izlemeye koyuldun. Sabahın erken saatleriydi ve ilk trenin yani senin bineceğin trenin gelmesine daha zaman vardı. Bu yüzden garın bekleme salonunda yaşlı bir adam ve orta yaşlı bir çiftten başka kimse yoktu. Bakışlarını salondaki nesnelerin üzerinde; sanki onlara bir iz bırakmaktan korkuyormuş gibi hızla gezdirdin ve yaşlı adama sabitledin. Belirli bir anlam ifade etmeyen, sıkıntı yüklü, kırışıklıkların oluşturduğu bir yüzü vardı. Bedeni, bir çuval dolusu et ve kemik yığını gibiydi ve bu yığın kel başını zaman zaman öne eğerek dizlerinin arasına sıkıştırdığı küçük ve eski bir valizin üstünde, kendinden bağımsızmışçasına birbirini ovalayan ellerini izliyordu. O başını kaldırdığında göz göze geldiniz. Hanginiz kaçırdı bakışlarını önce. İkinizde anlamıştınız yalnız olduğunuzu, belki salondaki orta yaşlı bey ve bayan da anlamıştı bunu. Ama umursamadılar. Sen nasıl nesnelere herhangi bir bağ kurmama endişesiyle baktıysan onlarda “siz”e öyle baktı.”Tek başına olmayanlar” böyledir, korkarlar. Korkutulurlar yalnızlar tarafından. Çünkü yalnızsanız yani nüfuz edebileceğiniz ve korkularınızın beden
değiştirebileceği başka bir kimse yoksa yanınızda, bir asit nehri gibi içinize akar zaman ve dağlar, parçalar önüne her ne çıkarsa. Artık bir vebalısınızdır. İç organlarınız erimiş, derinizde
acı veren yaralar çıkmıştır. Yalnızlık bulaşıcıdır. Görüntünüz korkunçtur. Hele bir korkup kaçınmayıp da, size yaklaşmaya cüret etsinler. Kustuğunuz kanla yıkanır ve bu acı hastalığın ortaklaştırdığı “siz”lerden biri haline geliverirler.
Gözlerin yoruldu. Yine kapadın onları. Ne zaman karar verdin kaçmaya? Daha doğrusu bir karar vermiş mi idin? Hep “gitmeli” diyordun. “Bu yerden, bu evrenden çıkmalı, belki de başka bir evren yaratmalı…”
Oysa odandan bile çıktığın yoktu senin. Kitapların, filmlerin ve müzik çalarınla beraber bir hücre yaratmıştın kendine. Harfler “oluyor”, kelimelere “dönüşüyor”dun. “Bulantı”daki Roquentin, taşa senin yerine dokunuyor, Perec’in uyuyan adamı, senin uykularını uyuyor ve “zenciler birbirine benzemez “ in Nevzat’ı hep senin yerine kararsızlığa boğuluyordu.
Senin ki si yaşamak değil, korkmaktı. Dışarı çıkmıyor, âşık olmuyor, ( kaldı ki olsan bile cüretinin cezasını daha da tenhalaştırılarak alıyordun) insanların reklâm panolarına benzeyen suratlarına ardını görmek arzusuyla bakmıyordun.. Peki neden?
Belki de çok daha önce başlamıştı bu serüven. Oksijenin ciğerlerini ilk kez yaktığı, bedeninin tamamına sarıldığı, annenin acı haykırışlarından korktuğun o gün Belki de daha da eski...
Yaşlı adamın zayıf öksürüğü, zihninin o boz bulanık akışını bozuyor. Bir sigara yakmış, salonun küçük pencerelerinden dışarıyı seyrediyor. Orta yaşlı çiftse, suskunluklarını bozmuşlar. Hafif hafif mırıldanıyorlar. Gişe memuru çirkin kadın gözlerini karşısındaki duvara dikmiş, boş boş bakıyor. Kırklı yaşlarının başında gösteriyor, zayıf yüzünün ortasına yerleştirilmiş kocaman bir burun; gittikçe sivrileşiyor. Onu çirkinleştirende bu olmalı, yüzünün sivri, sert çizgileri. Nasıl edindi bunları? Bu net görüntüyü? “Ömrünün birçoğunu bu dar gişe de geçirmiş olmalı” diyorsun. Bilet kesmiş, telefonlara bakmış, rezervasyon yapmış dahası insanların yüzlerindeki anlamsız ifadeye mazhar olmuş. Belki bu yüzden hiç bu gişeden ayrılmayı düşünmemiş. Belki de düşünmüştür. Belki bir akşamüstü işten eve döndükten sonra yemek yapmış, çocuklarını ve kocasını doyurmuş. Biraz televizyon seyrettikten sonra, yatağa yatmış, kocasını yine doyurmuş… Kocası kıçını dönüp uyuduktan sonra kısık kısık ağlamış ve: “Bu yerden, bu evrenden çıkmalı, belki de başka bir evren yaratmalı…” demiştir. Ama sabah; çalar saatin, uykularla beraber düşleri de parçalayan sesiyle uyanmış ve her şeyi unutup bu çıldırtan tekrara kaldığı yerden devam etmiştir. Belki sonra, gün içerisinde tekrar aklına gelmiş. Ama başını kaldırıp bilet kestiği kişiyle göz göze gelmiş ve onun bakışlarındaki boş sabırsızlığı görmüştür ve bırakıp gidebilmenin sahip olduğu “olağanlık” lara değmeyeceğini düşünmüştür. O an şunu demiş olmalı, “bir evren ne kadar farklı olabilir, ne kadar geniş olabilir ki benimkinden, hepimizin yüzünde aynı boş vermiş ifade varken.” Nihayetinde vazgeçmiştir. Denememiştir.
Peki ya sen odana gömülmüş boğazından genzine doğru genişleyen düğümü şarapla çözmeye çalışırken, nasıl da bir anda hiçbir şey düşünmeden çantana sarıldın ve kendini dışarı atabildin? Vakit gece yarısıydı, ana yola kadar koşarcasına yürüdün ve seni almaya niyetlenen ilk arabaya atladın. Arabayı süren genç adam sana “nereye gidiyorsun?” diye sorduğunda bilmiyorum, dedin… Ve hala öyle diyorsun “bilmiyorum…”
Salonun şehre bakan kapısı açılıp kapanmaya başladı. Kafanı kaldırıp duvardaki saate bakıyorsun. 10 dakika var. 3 5 kişi gelip salonun muhtelif yanlarına dağılıyorlar. Bazıları salonun tren yoluna bakan kapılarından dışarı çıktılar bile..Gözün yine o orta yaşlı çifte takıldı. Hallerinden bir memnuiyet ya da şikâyet sezilmiyor. Hiç bir heyecan belirtisi göstermeden konuşuyorlar, ellerini kaldırıyorlar, göz göze geliyorlar, susuyorlar ama
ciddiyetlerinden ve aralarındaki mesafeden hiçbir şekilde ödün vermiyorlar…” Ya biri, ötekini şuracıkta terk edip gitseydi” diye düşünüyorsun. Sonra başını biraz sola çevirip, sağ gözünü kapatıyorsun. Adam yalnız. Bu defada başını biraz sağa biraz çevirip, sol gözünü kapatıyorsun. Kadın yalnız. Büyük bir olağanlık içinde sürdürülen ve belki de hiç bitmeyeceği düşünülen bu sıkıcı ve samimiyetsiz oyunun bir anda bıçakla kesilir gibi sonlandırılması… Sen bunu gözlerinle yapabiliyorsun. Ya onlar, bir kaya gibi kıpırtısız olan hayatlarını derinden sarsacak ve yeni bir oyunu başlatabilecek bu oyunu oynayabilirler mi?
Bütün bunlar gerçekten bir oyun mu diye bilmem kaçıncı kez sorgulamaya girişirken, seni en son terk edenin gittikçe silikleşen yüzüyle karşılaşıyorsun, bir de bir hatırayla şimdiyle senin arana sıkışıp kalmış olan:
Bir gün yüzünde kocaman, ucu iyice kabarmış bir sivilce çıkmıştı. O bunu gördüğünde küçük yüzüne büyük bir heyecan oturmuş ve hiç vakit kaybetmeden, başını dizlerinin üzerine yatırmış ve bu irinli yarayı kurcalamaya koyulmuştu. Sivilceyi önce iki tırnağı arasında sıkıştırıyor, cerahatin bir kısmını çıkardıktan sonra ince demir bir çubukla yüzüne daha da bir bastırıp kirin kaynağını kurutmaya çalışıyordu. Sonra aniden kulağına eğilip, sır verircesine şöyle dedi sana: bunu yapmak çok hoşuma gidiyor biliyor mu sun? O gün anlamıştın aslında, ama hiçbir şey söylememiştin… Eğer şimdi onu görebilme imkânın olsaydı şunu söylerdin muhtemelen:
“Umarım akıtabilmişsindir içindeki, içimizdeki cerahati”
Trenin martı çığlıklarını andıran düdüğüyle, bir kez daha dönüyorsun nesneler dünyasına. Çevrene bakınıyorsun, salonda kimse kalmamış, çirkin suratlı gişe memuresini orada bırakıp çantanı alıyorsun. Ve salonun tren yoluna bakan diğer kapısından dışarı çıkıyorsun. Soğuk, sert ve taze sabah havasıyla ürperen bedenini, paltonun içine daha da bir gömmeden önce, şöyle bir gerinip, omuzlarını silkiyorsun. Uykun biraz açılmış, yorgunluğunda hafiflemiş sanki. Etrafa metal gürültüler saçarak gelen tren, 5 10 adım ötende derin bir soluk vererek duruyor. Diğer yolcular telaşlı bir şekilde bavullarına sarılıp trenin kapısına doğru ilerlerken. sen son bir kez onları izliyorsun. Belki de gidişini kendince daha da bir etkili kılmak için belki de onlara kendi yolculuklarında şans dilemek için. Herkes binip de kapılar kapatılmak üzereyken sen de ilerliyorsun. Ağır ağır ilerlerken aklınla dudakların arasında bir akıntı hissediyor, trenin korkuluklarına tutunup, ilk basamağa tırmandığında onu tükürüyorsun:

“Sen vebalı; umarım uslanmazsın, sağaltamayacağını bilsen de yaralarını…”

“Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi, kendine ikinci tekil şahısla seslenmekten…”

“en azından deniyorsun!”

KÜLKEÇİSİ

2 yorum: