21.11.08

EVETHAKLIYDIMMASUMDEĞİLDİKBİZ



Bütün özyıkımların anısına


Nesnelerin görüntüsü canımı yakıyordu… Gözüm acıyordu, gözüm sulanıyordu, gözüm kızarıyordu ve bütün görüntüler git gide mevzu bahis edilemeyen bir bulanıklığa teslim oluyordu… Bütün görüntüler bana teslim oluyordu…

* * *
Bir gece bir rüyaya uyanıyorum. Gökyüzünün ortasındayım İki elimle sıkı sıkı yapıştığım bir mağara ağzı ve ben… Saçlarım dâhil bütün tüylerinden arınmış çıplak bedenim başını ve dibini kestiremediğim bu boşluğun herhangi bir yerinde aşağı doğru salınarak düşmemek için bütün ağılığını kaya parçalarının kestiği kana bulanmış ellerime yüklüyor. Buraya nasıl geldiğimi, gökyüzünde asılı duran bu kara deliğin içinde ne olduğunu hatırlamıyorum. Sonra bu inin içinden bazı sesler duyuyorum, ağlama seslerini zorlantılı soluklar takip ediyor, sonra yine acı hıçkırıklar… Tam bu sesler yabancı olmadığım sesler diye düşünürken, bir kadının suratını görür gibi oluyorum başımın hemen üstünde, mağaranın girişinde. Bu yüz, bu annemin yüzü.
— anne!
Beni duymuyor
— anne benim oğlun, ne olur kurtar beni… Diye bütün gücümle bağırıyorum
Cevap vermiyor, yanaklarında kuruyan gözyaşları ve bir gerilen bir gevşeyen yüzü çok genç görünüyor, sanki aile albümümüzde benim olmadığım fotoğraflardaki gibi.
—anne canım çok acıyor, yardım et bana…
Nafile… Gücümün tükendiğini hissediyorum, kollarımın bedenimin ağırlına tahammülü kalmıyor artık. Bu arada annem karanlığın içine saklanmış ellerini çıkarıp gözyaşlarını siliyor sonra hafif ve tatlı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyor. Umutlanıyorum, gözyaşları içerisinde, ben de gülümsemesine karşılık vermeye çalışıyorum. Daha sonra o, ellerini yüzünden ayırıp, acıdan sızlayan ellerime götürüyor.
—ha gayret anne diyorum o ellerime dokunurken
Oysa o beni duymazdan gelip ellerimi çözmeye başlıyor…
Aşağıya düşerken annemin derin bir “oh” çektiğini duyuyorum
Düşüyorum, hızıma hız katarak, sis katmanlarını delerek… Düşüyorum.
Üşüyorum, çıplaklığımı hoyratça tokatlayan rüzgârdan korunmak için bin bir güçlükle dizlerimi karnıma doğru çekip, kollarımı omuzlarıma sarıyorum ellerimdeki acının ve yaranın kanlarla birlikte yok olup gittiğini görüyorum. Isınmak için ellerimi vücudumda gezdirirken, yavaş yavaş uç veren tüylere rastlıyorum, dokundukça uzadıklarını sertleştiklerini, saçlarımla sakallarımın birbirine girdiğini hissedebiliyorum….
—Tanrım çıldırmak üzereyim, nedir bütün bunlar, nasıl bir düşüş nasıl bir gerçeklik bu…
Sabrım tükeniyor, bir yandan ağlıyor, bir yandan “son… Elbette bir sonu olmalı bu düşüşün.” Diye mırıldanıyorum. Şu anda ölüme bile razıyım…
Zaman düşüşüme düşüş ekleyerek ilerlerken, ağlamaktan ve rüzgârdan sırılsıklam olmuş gözlerimi gözkapakları bile koruyamıyor artık, tam gözlerim karanlığa gömülürken sislerin
altındaki zemini fark ediyorum belli belirsiz… Ölüme hazırım diyorum, hem de hiç olmadığı kadar, yeter ki bu acı son bulsun .
Karanlık… Düştüğüm yerde sırt üstü yatarken, parmak uçlarımdan kafa derime kadar ağır bir yanma, yapışma hissediyorum bu da bana ölmediğimi belki de bir kâbusun içinde olabileceğimi hatırlatıyor. Üzerinde uzandığım sert ve pütürlü zeminse düştüğüm yerin yatağım olmadığını ve hala uyanamadığımı. Gözümü açmaya çalışırken aynı yanma hissini gözlerimde hissediyorum, birkaç saniye hiçbir şey göremiyorum sadece siyahtan sarıya kayan bir körlük… Sonra gözlerimi kıstığımda tam karşımda boşlukta asılı duran aynayı fark ediyorum, hemen hemen benim boyumda, kenarları kırıklarla bezenmiş ayna, çok daha büyük bir yapının bir parçasıymış da oradan sökülüp alınmış gibi bir izlenim bırakıyor bende. Başımı hafifçe havaya kaldırıp etrafa bakınıyorum, bu hareketle beraber boynumda ve başımdaki yanmanın yere yapışıp kalmış gibi bir anda yok olduğunu hissediyorum. Ama umursamıyorum nerede olduğumu bilmek nedense beni daha çok ilgilendiriyor çıplak bedenimin altından kıvrıla kıvrıla güneşe doğru akan bir asfalt yol ve onu bütün ıssızlığıyla çevreleyen bozkır da bu yansıtıcıyla beraber buranın dekorunu tamamlıyorlar. Hiçbir şey anlamıyorum. Ama içimden bir ses bunun bir kâbus olduğunu söylüyor, sadece kötü bir rüya, yatığın yerde kal ve hareket etmeden uyanmayı bekle… Ama bedenimdeki yanma geçen her saniyede yanına muazzam bir merak duygusunu da alarak beni hareket etmeye zorluyor.
Son bir gayretle avuç içlerimi asfalta yaslayarak, kıçımın üzerinde doğruluyorum… Yine aynı şey… Bedenimin diklemesine duran arka kısmındaki acı bir anda silinip gidiyor…
Başımı arkaya çevirip, asfalta yapışmış deri parçalarını görünce, korku ve hayretle beraber gözlerim yine ıslanmaya başlıyor. Avuçlarımı gökyüzünü vererek tanrıya yalvarmaya başlıyorum…
- kahretsin uyandır beni…!
Dizlerimin üstüne yığılıp, çaresizlik içinde aynada ki görüntüme karşılaşıyorum.
Benden tamamıyla sıyrılıp asfaltın üzerinde eriyip giden yumuşak zırhımın altındaki gerçek görüntümle…
Birbirine yamanmış esmer, kumral deri parçaları, kıvırcıktan, düze, düzden dalgalı bir görüntüye kayan saçlar, rengi anlaşılamayan alaca gözler…
bir an için bu kötü frankeştayn taklidinin ben olup olmadığımdan emin olmak için ayağa kalkıyorum, bir kendime, bir aynadaki yansıya bakıyorum…
yararı yok, burada ne beni taklit eden bir yansı var, ne de bir oyun…
avazım çıktığı kadar bağırıyorum, sesime tek bir anlamlı kelime bile eklemeden, çünkü şu anda ne tutunabileceğim bir anlam var ne de tutunabilecek bir ben…

* * *
Bir sokağın ortasındayım; iki yanında gri ve devasa boyuttaki binaların sıralandığı boş bir sokak… Görüntüyü çeken siyah beyaz çekmiş olmalı ya da algılayan öyle algılıyor. Yere tükürüyorum ve sonra asfaltın üzerine yapışmış sıvıyı iskarpinimin ucuyla dağıtıyorum. Bir süre sonra bütün sokağı su basıyor (belki de bütün şehri) hayır su değil tükürük basıyor… kendi balgamımda boğulacağımı biliyorum… Bütün şehirde ölecek olan bir tek ben varım…
* * *
Bilgisayarın tuşlarına dokunuyorum… bir sorgu odasında, başımın üstünde gözlerimi acıtan bir tepe lambasının ışığı olduğu halde; bilgisayarın tuşlarına dokunuyorum. Karşımdaki ekranda beyaz bir çubuk beliriyor. Yazılar beklememi söylüyor, bekliyorum. Bir yandan da
burnumu kurcalıyorum. Bağlanıyor diyor ve beyaz çubuğun içini siyah bir çizgi dolduruyor yavaş yavaş. Bağlanıyor bağlanıyor bağlanıyor. Önce sol ayağımı sandalyenin ayağına
mıhlayan halatın kıllı yüzeyini ayrımsıyorum. Bağlanıyor… Ardından sağ ayağım… bağlanıyor… sol elim… Bağlanıyor… Sağ elim… Bağlanıyor… En son boynum… siyah çizgi beyaz çubuğu doldurup da, ekranda bağlandı yazısı çıkınca yüzüme uyuşmuş bir gülümseme yayılıyor. BAĞLANDI!

* * *
Benim mi dudaklarının üzerinde gezinen eller, az önce içini dolduran, canın yakan, hazzın çivisi? Ben miyim dokunduğundan korkan ve durmadan ona dönüşen?
Sırtı sırtıma dayanmıştı, neredeyse birbirine değecekti bacaklarımızın arasına alıp bedenimizle üstüne abandığımız ellerimiz…
… Yanımdan kalktı ve ben neden sırtımın üşüdüğünü merak edinceye kadar yatağın çaprazındaki koltuğa oturdu… Çıplaktı ve az önceki boğuşmamızdan ıslak izler taşıyordu. Yerçekiminin üstünde duran memelerini, güçsüz ve kestane rengi, kıvırcık saçlarının arkasına gizlemeye çalıştığı narin omuzlarını seyre daldım bir süre, yüzünü gözlerimden sakınarak…
Koltuğun yanı başındaki sigara paketine ve kibrite uzandı… Acemi hareketlerle tutuşturdu sigarasının ucunu, yine aynı acemi hareketlerle, neredeyse bütün bir filtreyi emerek sigarayı sömüren ağzıyla saklamayı çalıştı gözümün önündeki incinmiş çocuğu…
Kelimelerin zaman ve azman aşımına uğradığı anlar vardır: yüzümüzdeki bütün alçıların döküldüğü bu anlarda, o alçının içinde uyuyan ‘zavallı’ ifadelerin birbiriyle buluşmasına izin verir, dilimize yapışan gri kelimeleri diğer olağanlıklar için saklarız:
Boğazımdan öksürüğe benzeyen hafif bir hırıltı çıkarıp, başımı hızlıca havaya kaldırdım… O da gözlerimin içine bakarak sağa sola salladı kafasını, bunu yaparken ağzının bir kenarı, kırpmakta olduğu sağ gözünün altına dek gitti geldi…
Bunun üzerine ben de sanki parmaklarımın ucunda bir sigara varmışçasına, işaret parmağımla orta parmağım arasındaki boşluğu dudaklarıma vurdum hafifçe…
Anladı, ifadesiz bulduğum yüzüne bir anlam katma gereği duymadan kibriti ve sigarayı fırlattı yatağa doğru…
Kurumuş ağzımın içine doldurduğum sigara dumanının damağımda bıraktığı ilaç acılığını, kendime bahane ederek kalkmaya giriştim…
…sigaramı, yarım bırakılmış biralardan birinin içine atıp… Közün ılık biranın içinde nasıl çıtırdadığına dikkate almadan ayağa kalktım...
Işık hızıyla giyinip dış kapının önüne geldiğimde onun sesini duydum:
- duş almayacak mısın …?
Bu kelimeler kapanan kapının gürültüsüne karışırken… Ben merdivenleri üçer beşer iniyordum…
Kaldıkça katılaşıyor, gittikçe eksiliyordum ve hiç durmadan gidip geliyordum, bir kulağımla diğer kulağım arasında…
* * *

Bedenlerin üzerindeki kilitleri sökmüşler, küçük bir odaya doluşmuşlardı ve odayla beraber aşka dönüşmüşlerdi…
Arzunun nefesi tükenmeyen bir kısrak gibi üzerinde koştuğu bedenlerden biri yavaş yavaş kendini çekiyordu. Kendini bir kor gibi yanan ıslak tenler yumağından çıkarıp, ağır ağır ayağa kalktığında, buz gibi duvarı ayrımsadı sırtında. Gözlerinin üzerindeki siyah bandı çekti ve el
yordamıyla arandı… Sobaya ulaştı… İnlemeler, hıçkırıklar ve hırsla birbirini takip eden solukların eşliğinde sobanın düğmesini çevirdi…
Odanın içini hızlı bir şekilde dolduran gaza direnmediler… Dudaklar son bir kez öpmek için bir tene yapıştı, eller ıslak ve gergin bedenlerin üzerinde son yolculuklarına çıktılar…
Ağırlaşan başlar, başka bir bedenin üzerinde ılık bir uykuya daldı…
Onlar kendi çizdikleri kaderlerin kurbanıydılar. Hiç kimse mektup bırakmadı, kimseye son bir
şey söylenmedi… Yalnızca birbirlerine geçmiş bedenlerini bıraktılar sabaha ve hayata…
EN İYİMSER VEDAYDI ASLINDA BU..!

* * *

İçkiyi çok kaçırıyorum… Evet, şu anda içkiyi çok kaçırmakla uğraşıyorum. Hoş genelde de başka bir uğraşım olduğu söylenemez. Kısır, korkak ve yalnız bir hayat, içkilerin rengi bir olana dek içmeden çekilmez sanıyorum.
Bir bardayım; küçük bir bar. Karşımda çirkin ve yaşlı bir barmen ve yanımdaki taburelere sıralanmış 3 5 kopuk…
Rakı içiyorum rakı hala beyaz, anlaşılan henüz nesneleri saydamlaştıracak kadar içmemişim… Peki, bir süredir yanımdan bana doğru yaklaştığını hissettiğim soğuğa ne demeli? Kafamı kapının olduğu tarafa çevirip baktığımda erimekte olan devasa bir buzul kütlesinin üstünde oturmuş bir kutup ayısının, süzülerek bana doğru yaklaştığını görüyorum. Şaşırmıyorum, sanırım barın diğer sakinleri de öyle… Ama o biraz şaşkın, biraz da hüzünlü bakıyor sanki bana. İyice yanıma yaklaşıyor, kötü kokan soluğu ve soğuğu katiyen hariç değil. Sonra kulağıma eğilip:
—çok içiyorsun, diye fısıldıyor
—bu seni ilgilendirmez, diye tersliyorum ve ekliyorum:
—hem sen ve buzulun defolup gidin çok üşüyorum ve ağzının kokusu midemi bulandırıyor.
—bence hava çok sıcak diyor; alnından sicim gibi akan teri silerken.
O yüzüme sizin yüzünüzden der gibi bakarken, ben aldırmaz bir tavırla :
—rahat bırak beni, diyorum
Bu sırada ikimizin de tüylerini ürperten bir kükreme duyuyorum; yaşlı barmen ağzını sıkıca kavradığı viski şişesini tehditkâr biçimde ayıya doğru sallıyor ve ağzından köpükler saçarak küfrediyor:
— ulan amına koyduğumun çocuğu, kaç defa söyledim sana buraya gelip de müşterilerin kafasını sikme, diyor
Ayı sıkıntılı bir uysallıkla başını eğiyor, sonra bakışlarını yüzüme çevirerek yardım dileniyor ya da bana öyle geliyor. Ona acıyorum, tam elimi başına götürüp onu teselli etmeye karar vermişken, başımın üstünden geçen vızıltıyla irkiliyorum. Bakışlarımı o yana çevirdiğimde, ayının yüzünde patlayan viski şişensinin yere dağılmakta olduğunu görüyorum. bir de kanlı bi yüz; ayının yüzü.
Eyvah, diyorum kendi kendime. Şimdi kızacak ve hepimizi parçalayacak. Ayaklarımı barın taburesinden zemine indirip kaçmaya hazır, tetikte bekliyorum. Oysa o yine kızmıyor, birkaç adım geriye çekilip içinde hiçbir hınç taşımayan kocaman gözlerle küçümser küçümser bizi süzüyor. Barmense hala küfrediyor. Şimdi kızma sırası bende, ne olursa olsun böyle bir haksızlığı kaldıramam. Barmene doğru dönüp hiçbir şey söylemeden önümdeki rakı kadehini kafasına doğru fırlatıyorum. O daha burnunun üstünde patlayan kadehin acısını duymadan barı aşıp yakasına yapışıyorum. Bu aradaki barın diğer sakinleri üstüme çullanıyor. Yumruklar, tekmeler ve küfürlerin arasında barmenin yakasını bırakıp yüzümü kollamaya çalışıyorum.
Neyse ki ayı yardımıma yetişiyor ve iki çevik ve güçlü kol hareketiyle onları savurup, beni bu hengâmenin içinden çekip alıyor.
Onun sırtında dışarı çıkıyorum. Beni bir duvarın kenarına bırakıp nasıl olduğumu soruyor, iyiyim diyorum. Ama değilim içimde bitmek bilmeyen bir öfke var. Sakin olma mı öğütlüyor. Yatışmam için patisiyle yüzümdeki kanları siliyor. Biraz sakinleşiyorum. Bütün görüşümü kapatan öfke hafiflemeye başlayınca, onu daha bir berrak görüyorum… O hüzünlü doğallığını o an kavrıyorum, bizimle onun arasındaki fark, belki de aynılık bu; o sadece yaşamaya çalışıyor; biz araçlarla ve bitmek bilmeyen hırsımızla kendimizi ve onun hayatını mahvetmeye çalışırken.
Duruyorum ve git gide eriyen buzulunun üstünde bana da yer olup olmadığını soruyorum. Gülümsüyor ve bir el işareti yapıp buzulunda bana yer açıyor… Bende yanına atlayıp boynuna sarılıyorum
Gidiyoruz sokakların ve şehirlerin sahte bir şenlik havasıyla parıldayan ışıklarını geride bırakarak denizin üstünde süzülüyoruz. Bir ara dönüp, hala bir insan olmanın zaafıyla soruyorum:
— niye barmene sana yaptığı şeylerin hesabını sormadın? Sırıtarak ekliyorum
— yoksa Mevlevi ya da Budist falan mısın?
Önce gülümseyip sonra derin bir nefes alıyor
—ayıyım ben, sadece bir ayı…
Ona daha bir sıkı sarılıyorum ve başımı kalın tüylerinin arasına saklamanın keyfini sürerken
O:
—Ayrıca coca cola çok boktan bir içecek istersen git penguenlere de sor…

* * *

Yine biri öldürülecek ve ben bunun cezasını kendime keseceğim… Yeşil bir maymun ağzımın içini kurşunla dolduruyor. Yüzünde pis bir sırıtkanlık bitmek bilmez bir hınç. “İhanet bu” diyorum. “Doğanın rengine ihanet”… Beni, sana dokunmaktan alıkoyan bir şeyler var. Bir koku: etrafımı kuşatan, elimi tenine götürdüğüm de daha da ağırlaşan… Kanlı, çürümüş et parçaları gibi… Aynalara bakmıyorum, çünkü sizlerin ötekine attığınız her bir neşter parçası benimde yüzümü parçalıyor. Sizin yaralarınızla dolaşıyorum, açlıktan ölen çocuklarınızla, mermi izlerinizle… İz demişken…Bir gün beni terk edenlerden biri siyah bluzumun üstündeki beyaz lekeleri gösterip, “herkesin içinde böyle dolaşmak canını sıkmıyor mu?” diye sormuştu ona dönüp, “ bir aşkın izlerini üstümde taşımak hoşuma gider” demiştim bana “ha?” dedi. ben de “siktir et” dedim. O da siktir etti zaten ve ertesi gün beni terk etti.


Hey Ajar, hey tırnak çakısı, hey piton yılanı biliyordum istemezdin ama paylaşmak isterim deliliğini senin kadar hızlı kaçabilseydim eğer…
EVETHAKLIYDIMMASUMDEĞİLİDİKBİZ

"KÜLKEÇİSİ"


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder