Bir hikaye nasıl başlar? Bilmiyorum. Hangi kelimelerle giriş yapılır, hangi sözcük, hangi imge okuyanları yüreğinden yakalar? Bilmiyorum! Bildiğim tek şey bu hikayeye konu olan her ne ise ona hastalıklı bir tutkuyla bağlanıp kalmış olduğum.
Onu ilk ve son gördüğümde tarihe bakmalıydım, saatimi kontrol edip beynime kazımalıydım o anı. Ya da çevreme bakınıp, oturduğum mekanı aklıma iyiden iyiye yerleştirmeliydim. Ancak ben ne kalkıp tek başına oturduğu masayı ziyaret edebildim ne de çevremde yaratılmış gerçekliğin farkına varabildim. Onun yüzünün büyüsüne kapılıp bütün bir gece yalnızlığıma şarabı katık ederek seyrettim seyretim ve…
Bazen zaman yoktur; tarih sizi anın birinde terk edip gözden kaybolur. O anlardan biriydi, tek başıma oturduğum masada, zamanın beni unuttuğundan habersiz, bilinçsiz ve sarhoş bir halde, sızmaya hazırlanırken buldum kendimi. Ben: “neredeyim ulan…?” sorusunu sormaya niyetlenirken garson önüme bir kadeh kırmızı şarabı koymuş, suratıma ürkek ve şüpheci bakışlar fırlatarak masadan uzaklaşmaya başlamıştı bile.
“Yine çok içtim herhalde”
Buraya nasıl geldiğimi, bu oturduğum yerin neresi olduğunu hatırlamıyordum.( hala) Açıkçası umursamıyordum da ; benim için gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş bu kayboluşlar, beni şaşırtmıyordu. Aksine garip bir heyecan duyuyordum, kendimi kaybedip kaybedip bulduğum bu yerlerde.
İçkiyi seviyorum, çünkü hatıralardan ve heyecanla beklenen yarınlardan koruyor beni. Öyle ki, eğer her an varlığınızı yok etmek için fırsat kollayan bir şeytanla aynı bedeni paylaşıyorsanız ve o anlamsız yaşam isteminiz, varlığınızı yok etmenin çekiciliğine kapılıp gitmenizi engelliyorsa intiharınızı zamana yayarsınız. İşte ben de aynen böyle yapıyorum, benden bana kalan veya kalacak her ne varsa içkiyle kıyıyorum, Parça parça ediyorum onları; bedenim, aklım, nereye uzanacağını bilemediğim düşlerim…
Ama o an, ne için çabaladığımdan habersiz, masaya düşmemek için çırpınan kafamı, bir aşağı bir yukarı oynatmakla meşguldüm sanıyorum. Sarhoş başımı, etrafta gezinen, oturan, kahkaha atan ya da konuşan insanların ayakkabılarını görebilecek kadar kaldırabiliyor, bu gördüğüm kısmı da aptal bir kayıtsızlık içinde seyrediyordum: topuklu ayakkabılar, özenle parlatılmış kunduralar, converseler… Tam alnımı masaya vuracakken, o da ne? “
Onun yüzüyle karşılaştım.
Yere düşürdüğü her neyse, masanın altına eğilip, onu hızlıca almış ve görüş alanımdan kaçmıştı. Başımı, birkaç başarısız denemeden sonra, güçlükle havaya kaldırıp, ağırlaşan gözkapaklarıma hakim olmaya çalışarak yüzünü arandım, işte orada, tam karşımda…
O güzel yüz…
Bir yüz hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bir yüz ne hatırlatır, ya da neyi özlediğinizi hissettirir size bu yüzün sahibi? Bu girintili çıkıntılı nesneyi hangi renge boyarsınız zihninizde, hangi yaranızın üstüne bastırırsınız onu? Ne zaman birine susamış gibi baksam, bu sorularla delik deşik edilirdi bakışlarım.
Ama o an gördüğüm şey zihnimdeki bütün soruları ve tanımları tahliye etmiş, kendi büyüsüyle sarmıştı adına ben diyebileceğim her şeyi… belki de “o güzel yüz” hariç.
Bu yüzün sahibi, tam karşımdaki masaya sol yanını görebileceğim şekilde bacak bacak üstüne atmış oturuyordu. Sanki kaçmamak için kendini zor tutuyormuş gibi ahşap sandalyenin kollarına sıkı sıkı sarılmış; bir karşısındaki gitarcı çocuğa bakıyor, bir de arkamda kaldığını sandığım giriş kapısına. Beni fark etti mi bilmiyorum ama fark ettiyse bile, onun üzerinden şarap kadehime gidip gelen ürkek ve ayyaş gözlerimle beni fazla dikkate aldığını sanmam.
Birini bekliyordu tahminimce, tek başına oturduğu masayı şenlendirecek bir arkadaş veya sıkıntıdan parça parça ettiği dudaklarını onaracak bir sevgili… Evet, eminim birini bekliyordu,
Yalnızlığını çalacak birini!
Tüm bekletilmekten hoşlanmayanlar ve yalnız kalmaya tahammül edemeyenler gibi elini koyabilecek bir yer; kendini saklayabilecek bir sığınak arıyordu. Ellerini sıkı sarıldığı sandalye kurtarabilir belki… Ama ya kendi… Nereye sığdıracak?
Bir an, hayranlığımın yanına biraz şefkatte ekleyip, yarım kadeh dolusu şarabı, buruk lezzetini ağzıma sıvayarak boğazımdan aşağı indirdim. Çünkü bende “sahne”deyken ellerini cebinde saklayanlardandım.
Her sabah hayatı baştan alan ben, her gece belleğimi içki şişeleriyle beraber çöpe atan ben onun hatırlanmaya değecek varlığını yarına taşıdığımdan habersiz onu seyrediyordum.
İşaret parmağını bir çengele çevirip, ortadaki boğumun sırtıyla küçük kırmızı bir süngere dönmüş burnunu yokluyor, az önce söndürdüğü sigaranın hayatında yarattığı boşluğu doldurmaya çalışıyordu… İki de bir saatini kontrol ediyor, etrafına gergin bakışlar atarak, birasından küçük yudumlar alıyordu. Bekletiliyordu…
Aynı benim gibi, diye sayıkladım sesli biçimde, aynı benim gibi…
Ben de bekletiliyordum bir zamanlar, yaşam sırasının kuyruğuna takılıp ta, ilerisi için heyecanlar biriktiriyor, oyun alanında açılacak boşluklara beni de alacaklarını sanıyordum. Ama olmadı, bu oyunun ağır ve anlamsız kuralları, daha kuyruktayken ezdi beni, paramparça etti varlığımı. Ben de o zaman anladım ki, bekletilmek benim gibi budalaların harcı; Ben yaşamak için yaratılanlardan değil, beklemeye mahkum edilenlerdenim. Bu yüzden de oturup ölümü beklemeye başladım. Tek başıma, yanıma hiçbir oyuncuyu yaklaştırmadan ve beni içinde istemeyen bu oyuna katiyen bulaşmadan yaşamaya alıştım.
Ben bedenimi ağır bir uykuya sürükleyen bu irinli yaraları kurcalarken, onunla benim arama girmeye cüret eden insan siluetleri geçiyordu önümden. İnsanlar değil, insan siluetleri. Anladım ki, “o güzel yüz” dışında her şey gittikçe ağırlaşan bir bulanıklık tarafından. Emiliyordu. Sızıyordum…
Yüzümde patlayan yumrukların acısı ve beni dışarı atmaya çalışan bir dolu adamın çığlığıyla kendime geldiğimi hatırlıyorum.
Üstüme çullanan birbirine girmiş bedenlere ve göz çukurlarımı dolmuş kanlara rağmen onu arandım. Ürkmüş bakışlarını ve bir gerilip bir gevşeyen yüzünü saymazsak her şey aynıydı.
Bekletilmesi “hariç değil”
Beni bir güzel hırpalayıp, bir kaldırımın üzerine fırlattıktan sonra küfürler yağdırarak çekip gittiler. Neden?
Darbelerden ve alkolden sersemleyen zihnimde kopuk kopuk fotoğraflar akmaya başlayınca anladım ve yüzüme oturmayı bekleyen aptal gülümsemeye izin verdim.
Ne zaman insanların şaşkın bakışları altında gitarcı çocuğun elinden mikrofonu kapıp, onun gözlerinin içine bakarak “alev alev” i söyledim? Ne zaman en yanlış adamın masasına kusup, onunla aramıza girme cesareti gösteren herkese küfürler savurdum?
Orada yattığım süre içinde ne dağılmış suratım, ne acıdan sızlayan kemiklerim ne de kıçıma işleyen soğuk belleğime astığım resmi sökemedi.
Yattığım yerden kalkıp, aksak adımlarla evime doğru yollandım. Evimin kapısına geldiğimde, kaşımdan çeneme kadar yayılan kan sıcaklığını yitirmiş, hava aydınlanmaya başlamıştı. Bütün yalnız yaşayan adamlar gibi açarken kapıyı uysal, mutsuz ama az da olsa sıcak bir esinti karşıladı beni. Tek göz odamın dağınıklığı bana benziyordu. Keskin bir küf kokusunu sarınmış eşyalarım bir bütünün parçasından sonsuza dek koparılmış gibiydiler; yerdeki halı, yatağım, daktilonun ağzındaki kağıtlar… Oraya buraya saçılmış içki şişeleri
Dışında her şey yarım…
Olanca kirliliğimle yatağa bıraktım kendimi, yorgan niyetine kullandığım kalın perdeyi üzerime çekip, ellerimi bacaklarımın arasına alarak gözlerimi kapadım. Kapadığım gözlerimin altına sakladığım yüzünün yanına birkaç kelime ekleyip “güzel yüzlü” rüyalara dalmayı bekledim:
- O ağır katransı sıvının içine gömülüyorum şimdi, birazdan her şey karanlığa boyanacak, gözler görevi rüyalara devredip çirkinliklerden arınacak. O ağır katransı sıvının içine dalıyorum şimdi, sadece kendimi yaşamaya, şizofrenimden beslenmeye yatıyorum
/ Tanımlanmış nesneler cehenneminden kurtardıktan sonra varlığımı, tek bir nokta bile konulmamış bir kâğıdın üzerinde buluyorum kendimi ve seni: Yokluk? Biz karşılıklı dururken çevremizi saran sonsuz bir beyazlık var, o kadar. Bana yaklaştığını görüyorum, elbiselerinden ve her şeyinden soyunmuşsun, aynı ben gibi. Delici bakışlarından kaçamıyorum. Nereye baksam geliyorsun; gözlerinle, çıplaklığınla. Burnunu burnuma değdirip, nefesimi soluyorsun birkaç kez… Ellerini ensemde birleştirip başını göğsüme yaslıyorsun; kokun… Kızıl saçlarından kurtarmayı başardığım elim, kamaşan tüylerinden kalçana doğru genişleyen etinde uysal bir yolculuğa çıkıyor…
Soluğumu yüzünde gezdiriyorum, boynunda, ağzının kenarında… Bir şey söylemek ister gibi kıpırdayan ağzın dudaklarıma değiyor…
Bütün kirlerinden arındırıyorsun çürümüş zihnimi… Dudağımdaki o küçük yarayı yalıyor, irin ve kan dolu o sıvıyı emiyorsun. Bütün günahlarım “bizim” artık.
Hiçbir gerçek bulaşmasın diye, keyiften ıslanan gözlerime, sıkı sıkı örtüyorum perdelerini…
- tanrım uyanmak için çok masumum… ne olur..!
"KÜLKEÇİSİ"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder